Ana içeriğe atla

Azeri




"Nereden baksan on yıl etti ha.”
“On yıl be ağabey kolay değil. Özlemiyor musun oraları.”
“Özlemez miyim hiç.”
“Güzeldir ama çok sıcaktır oralar demi.”
“Sıcak tabi, buradaki sıcakta ne var. Harran ovası'nının sıcağının yanında buradaki sıcak nedir ki”
“Abi nasıl oluyor, burada da aynı güneş, orada da aynı güneş.”
“Değil, sen aynı güneş sanıyorsun?”
“Aynı değil mi?”
“Aynı değildir.”
“Niye abi? Bak nereden bakarsan bak hep aynı, inşaatın arkasından bak, yedinci kata çık bak, sonra istersen çık viyadüğün tepesine oradan bak.”
“Sen viyadükün tepesinden bakarsan nah görürsün”
“Nasıl abi? Anlamadım?”
“Oğlum! Güneş Harran ovasında farklıdır, Çukurova'da farklı, Çiçekdağı'nda, Konya ovasında farklı.
Sen onu bir sanarsın ama o kişiden kişiye bile değişir. Şimdi sana bana aynı da, aha şo evinin bahçesinde havuzbaşına uzanmış kadına farklıdır.  Sana bana belki aynı da, sabaha kadar güneşin doğmasını bekleyen adama farklıdır.  Sen sevdalandın mı hiç?
“Elbet abi genç adamız?”
“Öyle değil lan, böyle adamakıllı sevdalandın mı”
“Yok”
“Bak sevdalı adama da farklıdır güneş”  Doğar doğsun istemez, doğmaz doğ artık der.”
“Ha öyle, yok abi bizim garip Azeri vardı o aşıktı birine amma nasıl aşık, kadın onunla bununla sürekli, tabi bu da görüyor ama tutturmuş ben bunu alacağım diye.”
“O nasıl iş ulan”
“Güneş ona da farklıdır demi abi”
“Azeriye mi?” Gülerek.
“Azeriye.”
“Güneş zaten sadece onadır, biz kimiz ki ulan, haydi kalk deyyus lafa tuttun iş bekliyor.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DÜŞ

  Elinde fırçasıyla, koca dünyayı boyamaya niyetleniyordu. Otuzuna merdiven dayamış, çoğu kez yalnız, kafasını paleti gibi rengarenk doldurmuş bir kadındı. Düşlerinde ışıklar içinde,  bir takım renkler görüp uyanıyordu. Her seferinde düşünden uyanıp, kalkıp tam tuale o rengi çizeceğinde; yitiyordu her şey. Unutuyordu o muhteşem hüzmeleri. Her şey itici bir sadeliğe dönüşüyordu. Ne oluyordu da gerçeğe bu kadar yakındı hayattaki renkler. Düşlerinde öyle değildiler ya.    Ya hiç olmayan bir rengi görüyordu. Yahut akılda tutlmayacak kadar güzel bir renkti. Düşlerine giriyor, kıvılcımlı bir takım yansımalarla bir ormana ya da bir sokak lambasından perdeye düşüveriyordu. Paletteki bütün renklere baktı. Bir orman çizdi kimi zaman tuale. Kimi zaman pencereye yansıyan bir sokak lambası çizdi. Fakat hayallerindeki renk kadar güzel, o renk kadar ışıltılı hiç bir şey çizemedi.    Bir süre dolaşmak istedi. Artık resim çizemiyordu. Bunun için şehir değiştirdi. Birkaç ülke gezdi. Onun

Bisküvi Gazete ve Çay

Akşamüzeri dört katlı eski bir binanın yarı kırık camından güçsüz bir duman sızıyordu. İçeriden de gene güçsüz, uğultuya benzer bir ses duyuluyordu. “Ne zamandır iyi değilim. Bu karanlık yerden başka gidebildiğimiz bir yer yok. Ara sıra cadde de oturup zaman geçiriyorum. Bazen o köhne odadan hiç çıkmadığım oluyor. Nasıl olur bilmiyorum ama çıksam ne olacak ki. Zaten havalar soğuk.” Derin derin içini çekti. “Zaten havalar soğuk.” Bu sırada bu cümleleri uzaktan dinleyen Akif içeriden elinde çaydanlıkla geldi. Bir elinde demlik diğer elinde çaydanlığın altıyla elindekini dökmemeye gayret göstererek çaydanlığı eski masanın üzerine bıraktı. Masanın üzerinde bir gazete sayfası ve bir paket bisküvi vardı. Gözü gazeteye takıldı Akif'in. Bir süre gazeteyi süzdü sonra başını çevirip deminden beri konuşan Cihan'ın konuşmasını dinlemeye devam etti. Cihan anlatıyordu; “Bir de şu borçlardan kurtulayım, bankalar boğazıma kadar geldi. Sekiz senedir bak hesap ettim, sekiz sened

Bir gece yazgısı.

Ben sana bunları yazarken zaten çok uzaklardayım. Ve öyle uzaklardayım ki. Ufuk çizgisinin ötesi. İnsan ordan ötesini göremez nasılsa. Ben sana bunları yazarken bir şarap şişesine tıkılmış mantar gibi. Öylesine memnun, öylesine mazbut öylesine bedbaht.   Açılmayı bekleyen, sofraya konmayı bekleyen çaresiz mantar. Evet mantar.   Bunları sana yazarken, hava bilhassa karanlık. Ve sana yazmaya başladığımda hep karanlık oluyor buralar. Ben karanlığı bir tek Atlantı’da severim.   O zaman yıldız tozlarını görmek mümkün çünkü. Gökyüzü başının üzerinde bir taç. Gece baktınmı. Bütün yıldızlar emrinde. Bilmem anlatabildim mi? Ben sana bunları yazarken bir bebek doğdu. Bir yaşlı hayatında son nefesini saydı. Bir kedi, başka balkonda uyudu. Bir yağmur dinerken, ıssız bir Yörük çadırı titredi. Sığınmacılar esneyerek bir sabaha sokakta günaydın dedi. Ben sana bunları yazarken bilincimin düşünüpte buraya yazmadığı bir çok hadise gerçekleşti. Kuzu dişimi düşürmüş gibi şaşkınım. Aynı yedi yaşım