Ana içeriğe atla

BULANIK




Bitmeyecek, böyle sürüp gidecek işte. Ne  yaparsan yap, ne yöne kıvranırsan kıvran. Bu hep seninle işte. Gittiğin yere de gelecek. Sonunda, böyle sürüp gidecek, sürüp gidecek.

Kulağında bu fısıltılarla uyandı. Kenarda duran silahına ilişti gözü. Silahlık bir durum yoktu fakat her bunaldığında gözü silahına ilişiyordu. Neye göre kullanmalıydı. Rüyalarını vuramazdı. Hep rüyaları vardı işte. Artık ne bir insandan ne de gözle görünür bir şeyden korkusu yoktu. Peki görmedikleri peki bilinç altındakiler. Onlarla silahla başa çıkamayacaktı. Sigarasını çekip aldı. Bırakmak için verdiği sözlerden birisi bile gelmedi bu sefer aklına. Çünkü o an kanser olmak ne de nefes alamamak umurunda değildi. Varsın öyle bıçak gibi kesilsindi hayat. Sigara bitince gene yatağa ilişti gözü. Uyuyacak hal mi kaldı... dedi.

Tekrar kaldırdığında kafasını kuş sesleri duydu. Henüz ağaran havada bir sigara daha yaktı. Uzun uzun ilerdeki evlere baktı. Kundurasını silkeledi. Ayağına taş batmıştı. Taşı vuramazdı. Bir güçle çıkardı ayakkabıyı salladı. Dengesini kaybetti. Islak yere bastı. Çimenler ıslaktı ayağı ıslandı. Ayakkabısına basıp ıslak çorapla ayakkabısını giydi. Çİmenleri vuramazdı. Tekrar herkesten gizledi güçsüzlüğünü. Sanki bir adım daha atsa her kes öğrenecekmiş gibi korkularından tiksindi. Orda durup hareket etmeden kaldı. Kaldığı yer dünyanın en güvenli yeriydi artık. Kafası açık, ruhu büsbütün bulanıktı. Ruhunu vuramazdı.

Neydi dedi nedeni neydi. Her kes ettiğini bulmaz mıydı. Her kes yaptığı ile değil miydi. Bir anlık güçsüzlük bir anlık gaflet! Heyhat. Bu berbat hali şimdi omzuna dokunan bir el bozamaz mıydı. Her şey geçti Mahmut! Kuşlar gibi özgürsün. Kendini dar ağacından alacak o eli bulamadı. Biriki adım atıp, garip bir takım söylemlerle akıp giden insan kalabalığının içine dalıp devam etti. Kulakları sağır eden hayat kalabalığının içine karışmış, olanlara kendinden başka bir şahit de bulamamıştı.
Kendini vuramazdı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DÜŞ

  Elinde fırçasıyla, koca dünyayı boyamaya niyetleniyordu. Otuzuna merdiven dayamış, çoğu kez yalnız, kafasını paleti gibi rengarenk doldurmuş bir kadındı. Düşlerinde ışıklar içinde,  bir takım renkler görüp uyanıyordu. Her seferinde düşünden uyanıp, kalkıp tam tuale o rengi çizeceğinde; yitiyordu her şey. Unutuyordu o muhteşem hüzmeleri. Her şey itici bir sadeliğe dönüşüyordu. Ne oluyordu da gerçeğe bu kadar yakındı hayattaki renkler. Düşlerinde öyle değildiler ya.    Ya hiç olmayan bir rengi görüyordu. Yahut akılda tutlmayacak kadar güzel bir renkti. Düşlerine giriyor, kıvılcımlı bir takım yansımalarla bir ormana ya da bir sokak lambasından perdeye düşüveriyordu. Paletteki bütün renklere baktı. Bir orman çizdi kimi zaman tuale. Kimi zaman pencereye yansıyan bir sokak lambası çizdi. Fakat hayallerindeki renk kadar güzel, o renk kadar ışıltılı hiç bir şey çizemedi.    Bir süre dolaşmak istedi. Artık resim çizemiyordu. Bunun için şehir değiştirdi. Birkaç ülke gezdi. Onun

Bisküvi Gazete ve Çay

Akşamüzeri dört katlı eski bir binanın yarı kırık camından güçsüz bir duman sızıyordu. İçeriden de gene güçsüz, uğultuya benzer bir ses duyuluyordu. “Ne zamandır iyi değilim. Bu karanlık yerden başka gidebildiğimiz bir yer yok. Ara sıra cadde de oturup zaman geçiriyorum. Bazen o köhne odadan hiç çıkmadığım oluyor. Nasıl olur bilmiyorum ama çıksam ne olacak ki. Zaten havalar soğuk.” Derin derin içini çekti. “Zaten havalar soğuk.” Bu sırada bu cümleleri uzaktan dinleyen Akif içeriden elinde çaydanlıkla geldi. Bir elinde demlik diğer elinde çaydanlığın altıyla elindekini dökmemeye gayret göstererek çaydanlığı eski masanın üzerine bıraktı. Masanın üzerinde bir gazete sayfası ve bir paket bisküvi vardı. Gözü gazeteye takıldı Akif'in. Bir süre gazeteyi süzdü sonra başını çevirip deminden beri konuşan Cihan'ın konuşmasını dinlemeye devam etti. Cihan anlatıyordu; “Bir de şu borçlardan kurtulayım, bankalar boğazıma kadar geldi. Sekiz senedir bak hesap ettim, sekiz sened

Bir gece yazgısı.

Ben sana bunları yazarken zaten çok uzaklardayım. Ve öyle uzaklardayım ki. Ufuk çizgisinin ötesi. İnsan ordan ötesini göremez nasılsa. Ben sana bunları yazarken bir şarap şişesine tıkılmış mantar gibi. Öylesine memnun, öylesine mazbut öylesine bedbaht.   Açılmayı bekleyen, sofraya konmayı bekleyen çaresiz mantar. Evet mantar.   Bunları sana yazarken, hava bilhassa karanlık. Ve sana yazmaya başladığımda hep karanlık oluyor buralar. Ben karanlığı bir tek Atlantı’da severim.   O zaman yıldız tozlarını görmek mümkün çünkü. Gökyüzü başının üzerinde bir taç. Gece baktınmı. Bütün yıldızlar emrinde. Bilmem anlatabildim mi? Ben sana bunları yazarken bir bebek doğdu. Bir yaşlı hayatında son nefesini saydı. Bir kedi, başka balkonda uyudu. Bir yağmur dinerken, ıssız bir Yörük çadırı titredi. Sığınmacılar esneyerek bir sabaha sokakta günaydın dedi. Ben sana bunları yazarken bilincimin düşünüpte buraya yazmadığı bir çok hadise gerçekleşti. Kuzu dişimi düşürmüş gibi şaşkınım. Aynı yedi yaşım