Ana içeriğe atla

Tek Gecelik Kaktüs





                  Barın köşesinde oturmuştu her gün yaptığı gibi. Bir köşede oturur sürekli insanları gözlemlerdi. Bir şair ya da yazar değildi. Ona ne olduğunu sorsalar bir tek cevap veremezdi. Gelip oturduğu sandalye, sanki ona tahsis edilmiş gibi barın en arkaik yerinde duruyordu. Sandalyenin önünde küçücük bir masa, masanın üzerinde el kadar bir küllük vardı.
Genellikle bara gelince önce barmenler ve garsonlarla bir süre sohbet ederdi. Çok beceremese de futbol konuşur, içtikçe de konuyu insan ilişkilerine taşımaya başlardı. Garsonlar bu konuyu futboldan daha sıkıcı bulduklarından dinlememeye başlarlardı. O da köşedeki sandalyesine oturup içmeye devam ederdi. Bu sandalye barı çaprazdan gören bir yerde duruyor, bara gelip gidenleri gözlemleme imkanı sunuyordu. Cesareti gelince barda takılan ve yalnız olduğunu düşündüğü kadınlara yaklaşıyor, ilişki şansını deniyordu.
O gün de tuhaf bir şekilde korkaklığını gizlemeden her seferide yüzü kızararak yalnızlığını paylaşmak için, içkisini masadan alıp barın bir köşesine bıraktı. Ayakta birasını yudumlayan kısa boylu fakat uzun kıvırcık saçlı bir kadına kendi yöntemleriyle kur yapmaya başladı. Kadın ilgisine karşılık vererek, bara yaklaşıp birasını bara bıraktı ve adama doğru döndü. Giyinmeyi biliyordu adam. Markalı ve uyumlu elbisesi içinde dik ve güven veren bir duruşu vardı. Seyrelmiş saçlarına sert yüz hatları ekleniyordu. Bu görünüm oldukça erkeksiydi. Adam bu görünümünün aksine mahcubiyetle ismini sordu kadına. Kadın gözlerini bardak ve adam arasında hızla dolaştırıp, "Ela." Diye fısıldadı. Barmen de olanları izliyordu. Adam, "Selçuk ben." Diye kadına elini uzattı. Barmen içten içe sırıtıyordu. Adam barmene doğru bakarak tebessümle işini bozacak bu hareketi kesmesi için gözleriyle işaret yaptı. Barmen işine döndü.
"Burada beni tanırlar." Dedi Selçuk. "İşin gücün dışından genellikle buradayım. Seni ilk defa görüyorum burada." "Evet." Dedi kadın. "Bu gün başka planlarım vardı aslında ama işler garip bir şekilde kötüye gitti. Ben de kendimi hiç tanımadığım bir mekana buraya bıraktım." Kadın konuyu değiştirmek ister gibi, "Selçuk güzel isim bu arada." Dedi. Selçuk, tedirgince, "Ha! evet Selçuk! Selçuk, güzel isimdir aynı Ela gibi." Dedi. Ela gülümsedi. Kötü bir günün ardından bu küçük iltifat bile ona iyi gelmişti. Bir an sustu. Adamdan işlerinin neden kötü gittiğini sormasını bekler gibi sessizce kaldı. Selçuk, sessizlikten pek memnun olmamıştı. "İstersen." Dedi. "Köşedeki masaya geçelim konuşuruz." Ela küçük masaya oturdu Selçuk da kendi sandalyesine kuruldu. Bu düşünceli anın fırsatını kaçırmamalıydı.
"Ela." Dedi. "Hayata, ilişkilere fazla anlam yüklüyoruz."
"Nasıl yani?"
"Yani birine aşık olup, onunla sürekli görüşüp, onunla ilgili hayaller kurmak meselesi."
"Evet bunu yapıyoruz. İlişkiler böyledir ama. Ben başka türlüsünü yaşamadım."
Selçuk toparlandı oturduğu yerde. Bir şeyleri manipüle etme pozisyonu aldı. Kararlıca yüzüne baktı kadını ve azarlar gibi konuştu.
"Tek gecelik olsun istiyorum."
Ela şaşkındı. "Ne?" Dedi."Ne? Tek gecelik olsun."
"Yaşanacak her şey."
Ela şaşkın ve alaycı bir ağızla," Yaşamadan mı karar veriyorsun kaç gecelik olacağına." Dedi.
Selçuk zaten beklediği bu alaycı çıkış karşısında bozuldu. "Onun dışında üzülüyoruz." Dedi. Yani uzun süreli beklentiler yorucu oluyor. Ela şaşkınlığını sürdürerek baktı adama. "Neden düşünüyorsun bunları." Dedi.
Selçuk, kendince açıklamasını yaparken kararlı devam etti. "Düşünmek zorundayım, en baştan konuşulmalı ki kimse üzülmesin."
Ela içkisini alıp tekrar bara doğru yürüdü. Selçuk kadının yüz ifadesinden söylediklerine ikna olup olmadığını bile anlamadı. Peşinden yürüyüp bara kadının yanına oturdu. Barmene bakıp bir içki istedi. Barmen, "Tabi Selim." Dedi.
Kadın barmene ve Selçuk'a bakıp. "Selim mi?" Dedi.
Barmen, "Evet." Dedi. "Selim."
Ela, Selçuk'a dönüp, "Senin adın selim mi?" Dedi.
Selim, "Evet" dedi. "Bu şekilde öğrenmeni istemezdim ama zaten tek gecelik olacağı için gerçek ismimi bilmen anlamsız gelmişti.
Kadın sinirlice Selim'e baktı. "Küstah" Dedi. "Anca rüyanda yaşarsın o tek gecelik ilişkiyi." Deyip mekanı terk etti.
Selim bu tür bir başarısızlığa alışkındı. Selim'in başında gelen bu olay barmeni eğlendirmişti. Barmen gülerek işine devam etti. Selim gecenin ilerleyen saatlerinde epeyce sarhoş olmuştu. Başka bir kadına yaklaşmak onunla konuşmak için zaman ya da enerjisinin olmadığını düşünüyordu. Sabaha karşı evine gelip yatağına uzandı. Kendini yatağında anlamsızca aşağılanmış hissetti. Severek birlikte olduğu kadınların aklına gelmesi, uykusunun kaçmasını istemiyordu. Terk edilmenin acısını duymak ya da terk edip her hangi birini üzmek istemiyordu. Sevmediği bir kadına seviyormuş gibi davranmaktan çok sıkılıyordu. Çok sevdiği birine sevgisi için yalvarmak ona basitlik ve küçülmüşlük hissini yaşatıyordu. Hangi nedenle olursa olsun, hiç bir kadın onu terk etmemeliydi. Terk edeceği bir kadınla da tek gece dışında birlikte olmamalıydı. Duygular insanları birbirine hapseden birer mahzendi. O mahzen ise karanlık ve derindeydi. Orada duyulan bir ses, binlerce kez yankılanır ve büyük bir çığlığa dönüşürdü. Bu çığlık bir kadın ya da adam için çıldırmanın tek sebebiydi.
Başka akşamlarda olduğu gibi o akşam da ertesi akşam da, özleyeceği insanları görmek tanımak istemiyordu. Yine bir bara oturmuş, bu sefer mekanla pek ilişki kurmadan, bir kadını kendine yaklaşmaya ikna etmişti. Bu sefer ise kadınla konuşacak bir çok şey buluyordu. İkisi de sarhoş olmuş, muhabbeti derinleştirmişti. Aynı semtte doğmuş olmaları ve çok benzer bir çocukluk geçirmeleri samimiyetlerini artırmıştı. Kadının adı Aysel'di.
"Ve On beş yaşında" Dedi. Tayini çıktı babamın. Uzun yıllar gelmedim İstanbul'a. Mahalleden birkaç arkadaşla mektuplaştık. O zamanlar mektubun kıymeti hayriyesi vardı. Ne mektuplardı bilsen. Hatta bir erkek arkadaşımla mektuplarla devam ettik flörtleşmeye. Çocukluk aşkı işte. Ben uzak bir Anadolu kentindeydim, kendi işlerim telaşlarım vardı. O hep sorardı babanın tayini ne zaman İstanbul'a çıkacak diye. Birbirimize aşık olduğumuzu bir türlü itiraf edemezdik. Ama biliyorum tabi o da benim gibiydi. Sevmişti. Kadın sarhoşluğun ve anlattıklarının etkisiyle iyice duygulanmıştı. Selim de duygulandı. "Çocukluk." Dedi. "Geçmişte kalıyor böyle güzel şeyler, geçmişte de kalmalı."
Aysel, "Öyle düşünmüyorum." Dedi. Ben o on yedili yaşlarımda yaşadığım, sevdiğimi bile söyleyemediğim ama sevdiğim o günlerin özlemini çok taşıdım. Hiç bir zaman o günlerdeki gibi saf ve çıkarsız sevemedik. Sevemeyeceğiz, sevsek de sevilmeyeceğiz."
Olanlar selim'in hoşuna gidiyordu. Aşkta yenilmiş ve vazgeçmiş bir kadın, onun için tek gecelik bir heyecan olabilirdi. Aşk Selim'e göre zaten o ergen yaşlarda inanılan bir ütopyaydı ve aşk onun için zehirliydi. Kadının iyice kederlenmesi üzerine; "Boş ver." Dedi. Ben hala o semtte oturuyorum. Kopamadım ben. Okul, sonra iş. Sınavla devlet dairesine attım kapağı. Ailemle yaşadım uzunca sonra onlarla olmak sıktı. Ama hala aynı semtteyim. Onlara ne çok yakın ne de çok uzak. "Sen" Dedi kadına. "Neden hiç ziyaret etmedin İstanbul'a geldikten sonra doğduğun mahalleyi.
"On beş yıl oldu" Dedi kadın.
"Sonra babam emekli oldu, ben sadece iş için buraya yerleştim. Çevrem ve hayatım bizim semte uğramama bizim oraları görmemi arzu edecek bir şey yaşatmadı. Zaten uzun yıllar başka bir hayata başka yerlere alıştıktan sonra..."
"Simdi" Dedi selim. İstersen beraber gidelim, şimdi böyle bir gerekçen oldu işte."
Aysel, alttan alta bu davet ediciliği sevimli bulmuştu. Yıllar sonra çocukluğunun geçtiği semte gidecek olmak onu heyecanlandıracaktı. Gülümseyerek "Tabii ki dedi. Seninle geleceğim. Böyle bir fırsatı tepemem. Üstelik bu nazik davetin altında ne yatıyor bilemiyorum ama belki ince bir adamsındır da beni kahve içmeye evine de davet edersin. Kim bilir."
Selim, önüne onlarca kemik atılmış aç bir köpek gibi, yalanarak. "Tabi ki davet edeceğim." Dedi. "Benden tersine bir kabalık beklenemezdi." İkisi de iyice sarhoş şekilde çıktılar mekandan. Taksiyle Selim'in oturduğu semte ulaştılar. Selim evine yürüme mesafesi kaldığında durdurdu taksiyi. Kadın heyecanla sokakları ve evleri izledi. "Bir sürü yeni ev yapılmasına rağmen, salaş kaldırımlar ve kokusu hiç değişmemiş bu semtin. Gecenin bir vakti olmasına rağmen mahalle bakkalı karşıma çıkacakmış gibi hissettim. Ya o çocukluk arkadaşlarım. Onlardan hala burada yaşayan, evlenmiş yuva kurmuş olan var mı acaba." Dedi.
"Vardır." Dedi selim. Yazılan mektuplar duruyor mu hala sende.
Kadın gülümseyerek, "Tabii ki duruyor." Dedi. "O zaman o adreslere uğramayı dene. Belki de ulaşırsın hepsine."
Aysel hüzünlendi. Kendine, çocukluğuna bu ani dönüşten oldukça şaşkındı. Selim'in evine ulaştılar. Selim tek gecelik bir maceraya hazırlıklı salonunun ışıklarını ateşledi. Kadını şarap dolabına götürdü. "Seçimi sana bırakıyorum." Gibi bir şey söyledi ama ikisi de anlamadılar.
"Devam etmeyelim." Dedi Aysel. "Kahve içeceğiz diye düşünmüştüm." Selim durumu toparlar konumunda mırıl mırıl çabaladı. "Evet ben de öyle düşünüyordum ama ayılmış kadar olduk."
"Evet" Dedi kadın. Maziye dönünce gariptir, ayıldım kafam düzeldi ama içkiye devam etmeyelim, istersen kahveleri de ben yaparım."
Selim için bu tercih yine bir başarısızlıktı. Çünkü kadında, kahveleri alıp dedikodunun belini kıralım tavrını hissetti. Lakın kadının bu hali ona şaşırtıcı şekilde sıcak da gelmişti. Bir kadının ince ellerinden, cezvenin kısık ateşle sevişmesini izlemeye başladı. Sonra yavaş yavaş yükselen köpük bu sevişmenin nihayete uğraması hazzıyla döküldü fincanlara. Kanepeye geçip karşılıklı oturdular. Artık ne sarhoşluk kalmıştı ne de barda tanışmanın içten içe soğukluğu. İkisi de eski birer arkadaş gibi sohbet etmeye başladılar. Selim anlamlandıramadığı insan ilişkilerinden dem vuruyordu.
"Aysel, ben yapamıyorum." Dedi. "Ait olamıyorum. Öylesine uzağım ki ait olmak ve sahiplenmekten, hediye gelen kaktüs çiçeğini bile ikinci gün çöpe atıyorum, o denli soğuyorum"
Güldü Aysel. Acıklı güldü. "Kaktüs senden ne beklerdi ki?" Dedi. Onunla fazla ilgilenmene de gerek yok. Bazen su versen bir köşe de yaşar gider gariban."
Selim Aysel'in alaycı tavrına karşılık "Bilmiyorum." dedi. "Bir örnekti sadece belki de hediye edene karşıydı tahammülsüzlüğüm."
Aysel kurulduğu yerden doğruldu. "Tek gecelik kaktüs yani" dedi. "O gece ne yaşadınız kaktüsle? İletişim kurmanıza mani olan şey neydi? Onun dikenleri ve içine kapalı oluşu mu rahatsız etti seni yoksa." Kahkaha attı.
Selim de güler gibi yaptı. "Hayır." Dedi. ben çiçekleri de pek sevemezdim zaten. Üstelik kaktüs ne çirkin bir şey.
"Hediyeymiş ama." Dedi Aysel. "Hediye geldi mutlu oldun. O sana emanetti artık."
Alaycı devam etti Selim. "Olmuyor işte, sahiplenemedim.
"Benim bir oda dolusu çiçeğim var." Dedi Aysel. "Bazıları çiçek açar bazıları açmaz. Bazıları çok hassas ilgi ister. Bazıları dokununca sararır solar. Ama onlar bana, ben onlara aitim. Ve zaten illa ait olacaksan bir çiçeğe ait olmalısın Selim."
Selim bu denli uslandığını hissetmemişti. Hiç bir sefer bu kadar sabırlı olmamıştı. Bu bildik ama şevkatli sese teslim oldu kendince sonra ısrarla sürdürdü hava aydınlanırken.
"Tek gecelik olsun istiyorum."

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DÜŞ

  Elinde fırçasıyla, koca dünyayı boyamaya niyetleniyordu. Otuzuna merdiven dayamış, çoğu kez yalnız, kafasını paleti gibi rengarenk doldurmuş bir kadındı. Düşlerinde ışıklar içinde,  bir takım renkler görüp uyanıyordu. Her seferinde düşünden uyanıp, kalkıp tam tuale o rengi çizeceğinde; yitiyordu her şey. Unutuyordu o muhteşem hüzmeleri. Her şey itici bir sadeliğe dönüşüyordu. Ne oluyordu da gerçeğe bu kadar yakındı hayattaki renkler. Düşlerinde öyle değildiler ya.    Ya hiç olmayan bir rengi görüyordu. Yahut akılda tutlmayacak kadar güzel bir renkti. Düşlerine giriyor, kıvılcımlı bir takım yansımalarla bir ormana ya da bir sokak lambasından perdeye düşüveriyordu. Paletteki bütün renklere baktı. Bir orman çizdi kimi zaman tuale. Kimi zaman pencereye yansıyan bir sokak lambası çizdi. Fakat hayallerindeki renk kadar güzel, o renk kadar ışıltılı hiç bir şey çizemedi.    Bir süre dolaşmak istedi. Artık resim çizemiyordu. Bunun için şehir değiştirdi. Birkaç ülke gezdi. Onun

Bisküvi Gazete ve Çay

Akşamüzeri dört katlı eski bir binanın yarı kırık camından güçsüz bir duman sızıyordu. İçeriden de gene güçsüz, uğultuya benzer bir ses duyuluyordu. “Ne zamandır iyi değilim. Bu karanlık yerden başka gidebildiğimiz bir yer yok. Ara sıra cadde de oturup zaman geçiriyorum. Bazen o köhne odadan hiç çıkmadığım oluyor. Nasıl olur bilmiyorum ama çıksam ne olacak ki. Zaten havalar soğuk.” Derin derin içini çekti. “Zaten havalar soğuk.” Bu sırada bu cümleleri uzaktan dinleyen Akif içeriden elinde çaydanlıkla geldi. Bir elinde demlik diğer elinde çaydanlığın altıyla elindekini dökmemeye gayret göstererek çaydanlığı eski masanın üzerine bıraktı. Masanın üzerinde bir gazete sayfası ve bir paket bisküvi vardı. Gözü gazeteye takıldı Akif'in. Bir süre gazeteyi süzdü sonra başını çevirip deminden beri konuşan Cihan'ın konuşmasını dinlemeye devam etti. Cihan anlatıyordu; “Bir de şu borçlardan kurtulayım, bankalar boğazıma kadar geldi. Sekiz senedir bak hesap ettim, sekiz sened

Bir gece yazgısı.

Ben sana bunları yazarken zaten çok uzaklardayım. Ve öyle uzaklardayım ki. Ufuk çizgisinin ötesi. İnsan ordan ötesini göremez nasılsa. Ben sana bunları yazarken bir şarap şişesine tıkılmış mantar gibi. Öylesine memnun, öylesine mazbut öylesine bedbaht.   Açılmayı bekleyen, sofraya konmayı bekleyen çaresiz mantar. Evet mantar.   Bunları sana yazarken, hava bilhassa karanlık. Ve sana yazmaya başladığımda hep karanlık oluyor buralar. Ben karanlığı bir tek Atlantı’da severim.   O zaman yıldız tozlarını görmek mümkün çünkü. Gökyüzü başının üzerinde bir taç. Gece baktınmı. Bütün yıldızlar emrinde. Bilmem anlatabildim mi? Ben sana bunları yazarken bir bebek doğdu. Bir yaşlı hayatında son nefesini saydı. Bir kedi, başka balkonda uyudu. Bir yağmur dinerken, ıssız bir Yörük çadırı titredi. Sığınmacılar esneyerek bir sabaha sokakta günaydın dedi. Ben sana bunları yazarken bilincimin düşünüpte buraya yazmadığı bir çok hadise gerçekleşti. Kuzu dişimi düşürmüş gibi şaşkınım. Aynı yedi yaşım