Ana içeriğe atla

Ben Bir Ölü

       
Birazdan bulurlar beni, gelir nabzımı dinlerler. Kalbimin atmadığını anlayınca da ambulansa haber verirler. Görevliler gelir soluğumu dinler, öldüğümü anlar. Kalp masajı yapmaya gerek bile duymazlar çünkü çok fazla kan kaybettim, ılık ılık boşanıyordu deminden beri kanım. Nabzımın atmadığını soluğumun kesildiğini ve soğuduğumu anladıklarında üzerimden çıkan kimliğe bakıp, yakınlarıma ulaşmaya çalışacaklar. Sonrası mı, sonrasını biliyorsunuz. Cenaze işlemleri... Ben hayattayken sorgulamalardan ve prosedür mahiyetinde olan işlemlerden çok sıkılırdım. Yine öyleyim.
Şimdi gömüleceğim zaman polis yakınlarımı sorgulayacak bir müddet arama yapacak, belki de otopsi yapacaklar. Nasılsa artık bedenimin parçalanması canımı yakmayacak.   Gömene kadar bir sürü gereksiz ayrıntı işte.
Beni belki de dualarla yollayacaklar, ama benim sevenim yok tu ki. Sırf artık ölmüş son yolculuğunda bari ona iyi bir dileğimiz olsun, faydamız dokunsun diye ellerini açacaklar... Sanki onların duasına ihtiyacım var! Korkudan yapmacık gözyaşlarını görmek, ağlamaları duymak bile istemem.  Bu beni kafama aldığım darbeden daha fazla yaralar.
Bir ölünün ağzından cümleler dinlemek garip mi geliyor sizlere. Ölmenin insanda yarattığı şaşkınlık coşkusunu hangimiz hayal etmeyiz ki. Ben bir zavallı ölüyüm şimdi... En gaddar, en cani cellâdın bile yüreğini sızlatacak şekilde devrilip ölmüşüm.
"Olmaz böyle bir şey, saçmalık" da diyebilirsiniz. Ben henüz soğumamış bir cesetken, ölmenin ne acayip bir duygu olduğunu hissetmeyi beklerken... Siz hemen benim neden öldürüldüğümü düşünmeye başladınız. Niye öldürülmeyeyim ki. Benim gibi adamlar niye öldürülmesin. Öldürülmesinde büsbütün başına bela mı olsun insanlığın.
"Kafasına sert bir darbe almış, demir olabilir lakin daha geniş bir yara var. odun da olabilir. her hangi bir eşya ya da cisimde. Çok ıssız bir yol kenarında bulundu, fakat oraya gelirken canlı gelmiş. Yani sanki oraya kadar getirip öldürüp bırakmışlar. başka bir yerden taşınsaydı bu anlaşılırdı. Kafasına her ne darbesiyse bir darbe almış ve olduğu yere yığılmış. Anında müdahale edilseymiş kurtarılabilirmiş fakat kan kaybından gitmiş. Issız bir yerde ölüme terk edildiği için yapacak çok bir şey de yokmuş. Yoksul bir köylü kereste de çalışan bir hamalmış.”
Bu hikâyeyi birbirlerine anlatıp duracaklar. İyi işte öldüm ne yaparsınız, benimde kaderim buymuş. Bir yol kenarında kafasına sağlam bir odun darbesi alarak yere yığılıp, orda da açılan yaranın etkisiyle yavaş yavaş ölmekmiş. Sahi insanın neden böyle bir talihi olsun ki.  Aslında ilkin acılı bir duygu, ilk darbeden sonra uyuduğunuzda sonraki süreci bilinciniz kapalı olduğundan pek de hissetmiyorsunuz. Taki işiniz bitiyor... O zaman tekrardan bilinciniz yerine geliyor. Ölü bir bedenin içinden sayıklamaya başlıyorsunuz. Ölmek mesele  bile değil gördünüz;  bir odun parçası bitirdi işimi. Asıl mesele bundan sonrası. Asıl düşündüren konu da bu.
Başıma gelecekleri az çok tahmin ediyorum. Korkmuyorum aslında, ölülüğüme verin. Zaten başıma daha kötü ne gelebilir ki. Ölüp gitmişim. Lakin biliyorum ki hiçbiriniz bana böyle bir ölümü reva görmediniz. Nedenini bile bilmediğiniz bir ölüm sizi ürküttü. Birçok bilinmez varken, nasıl böyle öldüğü yerden konuşuyor diye garipsediniz. Ya siz söyleyin şimdi. Nasıl öldürülmemi isterdiniz. Derin bir bıçak darbesiyle ölmem, ya da silah. Benim öldürülmemin mantıklı bir sebebi olmasını istediniz. Kim istemezdi ki. Bende öldürülmemin mantıklı bir sebebi olsun isterdim. Hayatımın böyle ıssız bir orman yolunda son bulmasını istemezdim. Gerçi bu orman, bu ıssız yoldu benim evim. Ben buraya aittim. Buraaya gömülmek bile beni rahatsız etmez. Hatta hiç bulmasınlar gömmesinler beni. Yırtıcı hayvanlar parçlasınlar bedenimi. Sürüklesinler ıssız kovuklara. Oradan haşereler parça parça edip, toprağa karıştırsınlar. Karınca yuvasına ulaştırsınlar.
 Kolay değil, geride birçok şeyi yarım bırakıp gitmek, hem de bu ölüm duygusu, sevdiklerimi bir daha göremeyeceğini bilmek...
Ama şu an pişmanlık ya da özlem duymuyorum, korkmuyorum da söylemiştim. Sadece gizemli bir şekilde sizinle konuşuyorum. Başımdan aldığım yara ve kan hissi, şimdi de başlayan soğuma dışında bir şey yok. Oldukça ıssız bir yerdeyim saatler geçmesine rağmen bana henüz kimse ulaşmadı. Öldürüleli tam tamına ne kadar oldu bilmiyorum ama neredeyse tamamen soğudum. Acıyla kıvranırken o kısacık sürede başıma gelenlerden sonra ellerim, gözlerim, bedenim öyle hareketsiz duruyorlar. Hele ayaklarım ve güçlü dizlerim. Beni yıllarca ayakta tutan onlar değilmiş gibi yan yana açılmış. Ya ellerim, onca ağır işlerde parça parça olmuş ellerim,  gres yağıyla sarıp, sabahlara kadar sızısının dinmesini beklemiştim. İçimi sızlatan yarıkları, derinleşir kanamaları artar büsbütün hayatımı zindan ederlerdi. Seyrelmiş kumral saçlarım kan ve toprak lekeleriyle karışık hiç olmadığı kadar biçimsiz bir haldeydiler. Bütün bunları anlatırken, onların hareketsizce durmaları zoruma gitti şimdi. Her ne kadar işe yaramaz da olsalarda, bedenimin parçasıydılar.
 Ölüme ne kadarda hazırmışım meğer. Sürünüp acı çekmeden yüzümde bu soğuk ifadeyle öylece yatıyorum. Yarı yarıya dökülmüş dişlerimde artık sızlayamayacaklar. Migren ağrımdan da sonsuza dek kurtuldum. Doktorlar daha önce ciğerlerimin de pek sağlıklı olmadığını söylerlerdi. Hasta bir adamdım anlayacağınız. Nasıl olsa beni öldürmeseler, bir gün bu hastalıklar yüzünden bir köşede kıvranarak ölecektim.  Bu daha sancılı olacaktı beklide. Benim gibi bir adamın yüzü hep soğuktur zaten. Zaten yaşamamış, çoktan ölümü hak etmiştim, yoksa şimdiye dek bulmazlar mıydı beni. “Ama her ne olursa olsun bir insanın ölmesi iyi bir şey değil” Diyorsunuz biliyorum. Belki de bu yüzden acım sanarak anlatıyorum bunları. Siz şimdi yaşamanın tadını sımsıkı elinizde tutuyor ve kimseye kaptırmamak için çabalıyorsunuz. Beyhude bir çaba olarak görmüyorum, yaşamanın içten içe tatlı bir yanı hep olmuştur. En boktan hayatı bile yaşasanız. Her gün aklınıza esiveren, dizginleyemediğiniz bir sürü macerayla boğuşursunuz ve çoğu sizin abuk sabuk hayallerinizdir.
O nedenle şaşırmayın! Bende severdim yaşamayı. Belki sizin gibi sımsıkı tutmuyordum ipleri elimde ama yaşasaydım güzel günleri hayal etmeyeceğime inandıramam sizi. Yaşasaydım. Benimde bir emeklilik hayalim olabilirdi mesela. Onca yıl ağır şartlarda çalıştıktan sonra, bir süre rahat ettirecek parayı toplayıp bir köşede çalışmadan ölümü beklemek isterdim... Belki sosyal bir yasa çıkarıp benim gibi adamlara, “Çok çalıştın, çok yıprandın yeter artık çalışma” Diyecekeri günler gelecekti. Al sana ev, para... Ben bu günleri göremeyeceğim.
 Yorgun argın evime dönerken başıma aldığım bir odun darbesiyle yere yığılıp, can çekişmeden ruhumu teslim ettim, soğudum. Beni öldürenlerin yüzlerini bile görmedim. Genellikle dalgın bir şekilde her gün yürüyordum ben bu yolu. Çoğu zaman elimde birkaç poşet olurdu. İçinde yavan ekmek birkaç elma. Ayakkabılarım genellikle yüksek tabanlı yüksek boyunlu uzun bağcıklı botlar olurdu. Kar kış, dağ bayır demeden yürüyen bir adamın ayakkabıları önemlidir. Ve genellikle ikinci el ayakkabı satan yerlerde çokça bulunur. Üstelik bir asker botunu yıllarca sürüdüğümü bilirim. Bu botlar öyle hemen yırtılmaz, eskimez. Sadece boyası dökülür ipleri kopar kısalır, tabanı incelir. Böyleyken satın aldığım bir botu da uzun yıllar giymiştim. Kadife pantolonum hep üstümdeydi memnundum, sıcacıktı. Keten gömleğim ve hemen hemen her işte sırtımda olan kalın bir yeleğim vardı. Şu an gömleğim ve yeleğim kanlar içinde kalmış. Kanımın donduğunu görüyorum. Yağmalanmış yarı orman görünümlü yüksekçe bir yerde her gün onlarca kamyonun bozuk yollardan gelip gittiği ıssız bir yer burası. Etrafı bomboş. Yakınlarda tarlaları olan köylüler dışında pek kimse yok. Bir de ara sıra devriye gezen jandarmalar var. Ama bu saatte sanki bir ölüm sessizliği var burada. Sahi ölüm sessizliği.
Kereste fabrikasına servislerle geliyor işçiler. Yürüdüğüm yoldan biraz aşağıya inince köyümün bacaları tütüyor. Fakat ben bir ölüyüm artık. Bedbaht ya da sevinçli olunamayacak kadar büyük bir boşlukta ve hiçlikte hissediyorum.  Kereste fabrikasını, o nefret yuvasını bile göremeyeceğim artık. Canavarlaşan hizarların uğultularını duyup sinir krizi gerçirmeyeceğim. Evet bunlar bir n ebze ölüme alıştırıyor beni.
Nefesimi siz yaşayanlara bağışlıyorum. Yaşarkende bu ormanın kalbini delmelerine hiç gönlüm razı olmazdı. Yani ben yaşarken de düşünürüdüm sizin nefes almanızı. Ama artık bu orman bekçisinden geriye sadece bir ölü var. Ruhumun şimdi ormanın ölü ağaçlarıyla beraber, çorak bir toprakta yeniden hayat bulmasını bekleyeceğim. Bu ruhumun sonbaharı olmalı. Arsız bir testereyle kökünden kesilen gürgen nasıl can çekişirse, ben de öyle can çekiştim. Ve hareketsiz yatıyorum yerde. Şimdi ilkbahara kadar saklayacağım ruhumu. Yeniden yeşerinceye kadar. Bu ormanın bir parçası olduğumu ve yeniden yeşereceğimi bildiğim için hiç de korkutmuyor ölüm duygusu. Bu bir son değil, yenilenme ve bir başlangıç. Yeşillenip taze ellerle tutacağım toprağı ve daha güçlü ayaklarla basacağım ona. İşte size yaşamın hikayelerini anlatacağım, doğrlup kaltığım gün...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Delilik Benimkisi

Sarıldım aniden geçen saat on iki Esenler otogarı sarıldım ki saçları sen, ben sen sandım ki o bilmem hangisi. Oturunca ikimiz utandı baktı öyle. Ben sen sandım dağıldım. Birden hüzünlendi kalktı ayağa boyu sen, posu sen ben sen sandım ki kim bilir kaçıncısı. Aramadım durdum meyhane miydi neydi köhne bir yer masalarda akşam biri gelir tüner, gider ötekisi durdum. Bir öptüm ki ah sen sandım. Değil mi ki bu düpedüz, delilik benimkisi.

Bisküvi Gazete ve Çay

Akşamüzeri dört katlı eski bir binanın yarı kırık camından güçsüz bir duman sızıyordu. İçeriden de gene güçsüz, uğultuya benzer bir ses duyuluyordu. “Ne zamandır iyi değilim. Bu karanlık yerden başka gidebildiğimiz bir yer yok. Ara sıra cadde de oturup zaman geçiriyorum. Bazen o köhne odadan hiç çıkmadığım oluyor. Nasıl olur bilmiyorum ama çıksam ne olacak ki. Zaten havalar soğuk.” Derin derin içini çekti. “Zaten havalar soğuk.” Bu sırada bu cümleleri uzaktan dinleyen Akif içeriden elinde çaydanlıkla geldi. Bir elinde demlik diğer elinde çaydanlığın altıyla elindekini dökmemeye gayret göstererek çaydanlığı eski masanın üzerine bıraktı. Masanın üzerinde bir gazete sayfası ve bir paket bisküvi vardı. Gözü gazeteye takıldı Akif'in. Bir süre gazeteyi süzdü sonra başını çevirip deminden beri konuşan Cihan'ın konuşmasını dinlemeye devam etti. Cihan anlatıyordu; “Bir de şu borçlardan kurtulayım, bankalar boğazıma kadar geldi. Sekiz senedir bak hesap ettim, sekiz sened

DÜŞ

  Elinde fırçasıyla, koca dünyayı boyamaya niyetleniyordu. Otuzuna merdiven dayamış, çoğu kez yalnız, kafasını paleti gibi rengarenk doldurmuş bir kadındı. Düşlerinde ışıklar içinde,  bir takım renkler görüp uyanıyordu. Her seferinde düşünden uyanıp, kalkıp tam tuale o rengi çizeceğinde; yitiyordu her şey. Unutuyordu o muhteşem hüzmeleri. Her şey itici bir sadeliğe dönüşüyordu. Ne oluyordu da gerçeğe bu kadar yakındı hayattaki renkler. Düşlerinde öyle değildiler ya.    Ya hiç olmayan bir rengi görüyordu. Yahut akılda tutlmayacak kadar güzel bir renkti. Düşlerine giriyor, kıvılcımlı bir takım yansımalarla bir ormana ya da bir sokak lambasından perdeye düşüveriyordu. Paletteki bütün renklere baktı. Bir orman çizdi kimi zaman tuale. Kimi zaman pencereye yansıyan bir sokak lambası çizdi. Fakat hayallerindeki renk kadar güzel, o renk kadar ışıltılı hiç bir şey çizemedi.    Bir süre dolaşmak istedi. Artık resim çizemiyordu. Bunun için şehir değiştirdi. Birkaç ülke gezdi. Onun