Ana içeriğe atla

DÜŞ



  Elinde fırçasıyla, koca dünyayı boyamaya niyetleniyordu. Otuzuna merdiven dayamış, çoğu
kez yalnız, kafasını paleti gibi rengarenk doldurmuş bir kadındı. Düşlerinde ışıklar
içinde,  bir takım renkler görüp uyanıyordu. Her seferinde düşünden
uyanıp, kalkıp tam tuale o rengi çizeceğinde; yitiyordu her şey. Unutuyordu o muhteşem
hüzmeleri. Her şey itici bir sadeliğe dönüşüyordu. Ne oluyordu da gerçeğe bu kadar yakındı
hayattaki renkler. Düşlerinde öyle değildiler ya.

   Ya hiç olmayan bir rengi görüyordu. Yahut akılda tutlmayacak kadar güzel bir renkti.
Düşlerine giriyor, kıvılcımlı bir takım yansımalarla bir ormana ya da bir sokak lambasından
perdeye düşüveriyordu. Paletteki bütün renklere baktı. Bir orman çizdi kimi zaman tuale.
Kimi zaman pencereye yansıyan bir sokak lambası çizdi. Fakat hayallerindeki renk kadar
güzel, o renk kadar ışıltılı hiç bir şey çizemedi.

   Bir süre dolaşmak istedi. Artık resim çizemiyordu. Bunun için şehir değiştirdi. Birkaç ülke
gezdi. Onun bunalımını anlamayanlar vardı. Onlar için, onun rüyalarında gördüğü renk ne
kadar güzel olabilrdi ki. Birkaçı onun bu durumunu hastalık olarak gördü. Kimi ona, Senin
estetik arayışın çok yüksek, bahane uyduruyorsun. Dedi. Çünkü öylesine ışıltılı renkler,
öylesine muhteşem tablolar çiziyorsun ki rüyalarındakiler merak edilmiyor. Ne kadar güzel ve
estetik olabilirler ki. Üstelik o rengi bulmak için uğraşırken çizdiğin tablolar, daha yüksek
fiyata satıldı. Bırak şimdilik burada kalsın ustalığın. Onun bu arayışını para hırsı olarak
anlayanlar bile oldu. Onlar böyle düşünedursun. Üzgündü artık. Ne yapsa nereye gitse
kafasında o oluşturamadığı renk vardı. O güzel renk. Işıltıları önce gökyüzüne sonra toprağa
düşen, dağılan. Bir gök kuşağı gibi havaya yayılan fakat bir tek renkten oluşan o ışıltı. Evet
renk ışığın bir parçasıydı. O ışık ki ona bir büyü sunuyordu. Fakat ne o ışığın ihtişamı ne de o
rengin esteği, rüyaların dışına çıkamıyordu. Bitmek bilmeyen bunalımlı günlerini, dertlerini
içine atarak azaltmaya, onlar yokmuş gibi yaşamaya çalıştı. Çünkü resim yapmak ve yaşamak
zorundaydı. Öylesine güzel parlamasalar da renkler, o renkleri oluşturan resimler çizdi. Aynı
aşkla çizdi. Aynı özenle.

   Her şey yoluna girmiş gibiydi. Neredeyse kaygılarıını unutmuş. Eski estetik hazzı duymasa da
arayışından biraz olsun kopmuştu. Delirmemek ve tablolarına sarılmak için tek yolu da buydu
unutmak. Bir kere daha resim yapmaktan yorulup sızdığı gece, gözlerini yakan bir güneş
ışığının üzerine doğduğunu hissetti. Kalktı yerinden. Işığın geldiği yöne doğru yürüdü. Işık
gözlerini yaksa da ısrarla yürümeye başladı. Ayaklarını acıtan çayır, kum ve çamura
aldırmadan yürüdü. Bir taraftan ıslanıyor, bir taraftan arsız bir sıcaklıkla kavruluyordu.
Gözlerini açıp etrafına baktı. Geldiği yer sonsuz bir maviydi. Beline kadar gömüldüğü bir
mavi. Öyle bir mavi ki. Fırçayı palletine batırdığında gördüğü saf derin mavi. Ve gözlerini
havaya kaldırmaya çalıştı. Havaya bakamıyordu. Havadan kırmızı, kızıl bir renk düşüyordu,
tan yerine doğru. Kaldırdı tekrar başını. Bu sefer dedi. Bu sefer..... Unutmayacağım seni.
Uyandığında sırılsıklam ter içinde kalmıştı. Kalktı yemek yedi, dolaştı. Bir tüy kadar
hafifledi. Parmak uçlarında dans ediyordu. Mutluluktan etekleri savruluyordu. İlk gördüğü
kişiye rüyasını anlattı. Gökyüzü inanılmazdı. Dedi.

Gökyüzü mosmordu...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bisküvi Gazete ve Çay

Akşamüzeri dört katlı eski bir binanın yarı kırık camından güçsüz bir duman sızıyordu. İçeriden de gene güçsüz, uğultuya benzer bir ses duyuluyordu. “Ne zamandır iyi değilim. Bu karanlık yerden başka gidebildiğimiz bir yer yok. Ara sıra cadde de oturup zaman geçiriyorum. Bazen o köhne odadan hiç çıkmadığım oluyor. Nasıl olur bilmiyorum ama çıksam ne olacak ki. Zaten havalar soğuk.” Derin derin içini çekti. “Zaten havalar soğuk.” Bu sırada bu cümleleri uzaktan dinleyen Akif içeriden elinde çaydanlıkla geldi. Bir elinde demlik diğer elinde çaydanlığın altıyla elindekini dökmemeye gayret göstererek çaydanlığı eski masanın üzerine bıraktı. Masanın üzerinde bir gazete sayfası ve bir paket bisküvi vardı. Gözü gazeteye takıldı Akif'in. Bir süre gazeteyi süzdü sonra başını çevirip deminden beri konuşan Cihan'ın konuşmasını dinlemeye devam etti. Cihan anlatıyordu; “Bir de şu borçlardan kurtulayım, bankalar boğazıma kadar geldi. Sekiz senedir bak hesap ettim, sekiz sened

Bir gece yazgısı.

Ben sana bunları yazarken zaten çok uzaklardayım. Ve öyle uzaklardayım ki. Ufuk çizgisinin ötesi. İnsan ordan ötesini göremez nasılsa. Ben sana bunları yazarken bir şarap şişesine tıkılmış mantar gibi. Öylesine memnun, öylesine mazbut öylesine bedbaht.   Açılmayı bekleyen, sofraya konmayı bekleyen çaresiz mantar. Evet mantar.   Bunları sana yazarken, hava bilhassa karanlık. Ve sana yazmaya başladığımda hep karanlık oluyor buralar. Ben karanlığı bir tek Atlantı’da severim.   O zaman yıldız tozlarını görmek mümkün çünkü. Gökyüzü başının üzerinde bir taç. Gece baktınmı. Bütün yıldızlar emrinde. Bilmem anlatabildim mi? Ben sana bunları yazarken bir bebek doğdu. Bir yaşlı hayatında son nefesini saydı. Bir kedi, başka balkonda uyudu. Bir yağmur dinerken, ıssız bir Yörük çadırı titredi. Sığınmacılar esneyerek bir sabaha sokakta günaydın dedi. Ben sana bunları yazarken bilincimin düşünüpte buraya yazmadığı bir çok hadise gerçekleşti. Kuzu dişimi düşürmüş gibi şaşkınım. Aynı yedi yaşım