1
Otobandan geçen tır
sanki beynini ezip geçmişti. Şehrin en yüksek tepesinde oturmuş
konuşuyorlardı. Arkadaşı Veli Ahmet’e o yokken, semtte olan
biteni anlatıyordu. Tırın dorsesinden gelen şiddetli gürültüyle
Ahmet, Veli’nin söylediklerine kafa salladı. “Haklısın keke”
Dedi “Dünya boka sarmış, bizim semt mi düzgün olacak. “Keke.”
Dedi Veli. “Ne demek.” “Kardeş demekmiş askerde bir arkadaşım
öğretti.” Ahmet askerden geleli bir haftayı geçiyordu. Askerlik
günlerinde en çok özlediği annesine kavuşmuştu. Onun
yemeklerini yiyor, ablası ve eniştesiyle uzun sohbetler ediyordu.
En küçük ablası ve kocası onlarla beraber yaşıyordu.
Birbirlerini sevmiş kaçarak evlenmişlerdi. Ablası daha sonra
kocasını da alıp annesinin evine yerleşmişti. Ahmet’in diğer
iki ablası zengin kocalarını bulduğundan anne evini pek
hatırlamaz olmuşlardı. Tekstil işçisi babaları Ahmet on
yaşındayken ölmüştü. Ahmet annesinin ve ablalarının elinde
gençliğe adım atmış, lise ikiye kadar okuyabilmişti. Zamanını
semtte eş dost akrabayla geçirmiş en sonunda askerliği gelip
çatmıştı. Askerden sonra ise yeniden semt hayatına döndü.
Veli’yle beraber hafta sonları müzikholde garsonluk yapıyorlardı.
Ahmet’in askerden önce uğraştığı bu iş ona yetmiyordu. Artık
düzenli ve biraz daha rahat bir işe ihtiyacı vardı. Semtte
takılmakla günlük işlerle sadece günü kurtarmakla olmayacağını
düşünmeye başlamıştı. Semtte boş yere zaman harcıyor, çoğu
zaman kafayı çekiyorlar, abartılı kavga, kahramanlık hikâyeleri
anlatıyorlardı. Semtin kabadayıları ağızlarından düşmüyordu.
Bir tanesi tespihini iki üç kere sallayıp sağ başparmağını
dişlerine götürüp anlatmaya başladı. “ Veysel abi var ya.”
Dedi. “ Taksiye çıkmış bir gün. O bizim Dörtyol’un orda
bekliyormuş. Kafası kıyak tabi. Hava da hafiften çiseliyormuş.
Bakmış beş altı kişi yürüyor, tipleri de o biçim. İşkillenmiş
bunlardan peşlerine düşmüş, anlamış ki bizim Salih’in
mekanını basmaya gidiyorlar. Veysel abi durur mu? Salih zaten
çocukluk arkadaşı. Derken bi telefon açmış Salih’e. Demiş
hazırlıklı olun mekana lavuklar tüneyecek. Çekmiş sustalıyı
gitmiş arkalarından . Salih abi elemanlar, sopayla karşılamış
adamları. Döve döve Dörtyol’dan aşağıya kadar kovalamışlar.”
Ahmet arkadaşlarından kavga hikayeleri dinlemeyi sevse de kavgaya
karışmıyordu. Noksan büyüyen bir çocuk olsa da hayatla
barışıktı. Parayı emeğiyle kazanır, harcar, para için kimseye
boyun eğmek istemezdi. Veresiye yazarken eli titreyen bakkalın
işgüzarlığını, suyu veya elektriği kesmeye gelen memurun
nemrut suratını iyi bilirdi. Başetmek için hep çalışması
gerektiğinin farkındaydı. Aşık olmanın bile parayla olduğunu
düşünürdü. Pek çok kez aşık olmuştu. Aşık olduğu kişinin
gözünün yüksekte olduğunu anlayınca vazgeçmişti. Kolayca
kabulleniyordu bu durumu hem de. Başkaları gibi acı çekip arabesk
hikayelere dönüşen sevdaları yoktu onun. İçinde her şeye karşı
biriktirdiği bir kini, parası olunca sorulacak hesapları vardı.
Fakat bunlarla da yaşamıyordu Ahmet. Para kazanamasa da intikam
alamasa da olurdu. Eniştesinin beş parasız oluşuna aldırmamış,
ablasının ona gizlice kaçmasına hiç kızmamıştı. Halbuki
büyük ablaları ve enişteleri o beş parasızla nasıl evlenir
diye küçük kıza düşman kesilmişlerdi. Onların ellinden tutup
evlendirecek kimseleri yoktu. İmkanları olsa kaçmayacaklardı. Ve
zaten şimdi Ahmet’in onlardan başka kimsesi de yoktu. Eniştesi
gariban ama mert adamdı. Kazandığı parayı karısının cebinde
biriktirirdi. Ahmet de eniştesini örnek alıyor, onu yoksulluğuna
rağmen sevecek onunla kaçacak yüreklilikte birini düşününce
heyecenlanıyordu. Öyle insanların git gide azaldığını
düşününce de hüzünleniyor ama bu duygudan da hemen
kurtuluyordu.
2
Ahmet semtte arkadaşlarıyla zaman
geçirirken askerlik anılarını hatırlıyordu. Askerlik
arkadaşlarıyla konuşurken, mükemmel bir dostluk ve kardeşlik
hissi kaplıyordu içini. Başka şehirlerde başka işlerdeydiler.
Fakat beraber hasret çekmiş, özlemleri paylaşmış birbirlerinin
ailesi olmuşlardı. Annelerinin babalarının sevdiklerinin yerini
doldurmuşlardı on beş ay. Birbirleri hakkında bilmedikleri yoktu.
Ve sivil hayatta belki hiç yaşanmayacak dayanışma ruhunu o
günlerde yaşamışlar yaşamak zorunda kalmışlardı. Askerdeki
günlerde bölükte pek sevilmeyen, otuzlu yaşlarda, Ahmet’le ara
ara zaman geçiren biri vardı. Ahmet terhis olurken “İstanbul’a
gelince mutlaka arayacağım seni.” Diye söz vermişti. Ahmet’ten
yirmi gün sonra terhis olacaktı. Aradan dört ay geçtiği halde
ses sada da çılkmamıştı. Ahmet varlığını bile çoktan
unutmuştu. Bir ara askerlikle ilgili konuşurken, tam anılarının
depreştği anda hatırladı. “Gökhan vardı ya.” Dedi. “Bir
numara vermişti ne oldu acaba bir arayayım.” Aradı. Gökhan
telefondaki sesi önce tanımayacak gibi durdu. Üç beş saniye
sonra da soğuk bir sesle cevap verdi. “Merhaba Ahmet.” Dedi. “
Ne yapıyorsun.” “ İyiyim.” Dedi Ahmet. Nasılısın sorusuna
hiç düşünmeden yapıştırılan bir iyiyim di bu. “Terhis olup
olmadığını merak ettim.” Dedi biraz sitemliydi. Gökhan ilk
saniyeden beri anlamıştı durumu. “Evet terhis oldum ama döner
dönmez işe güce koyulduk. Kimseyle konuşma fırsatım olmadı
vallaha. “Anladım.” Dedi Ahmet. “Ben de daha başlamadım işe.
Geldiğimden beri parça parça işler yaptım.” Konuşma fazla
uzamadı. Askerde de kimsenin fazla ısınamadığı Gökhan’a
telefondan da garip bir soğukluk hissetmişti. Sanki karşıdaki
adam konuşmanın hemen sonlanmasını istiyordu. Gökhan’ın bir
gün başına tüm koğuşu toplayıp arkadaşlarıyla istiklalde
yaşadıkları gece hayatını anlattığını duymuştu Ahmet.
Gökhan’ın kızlarla yaşadığı maceralar askerdeyken pek
eğlenceli gelmemişti ona. Telefonu kapatınca da içten içe
kıskandı onu. Şimdi tekrar o gecelere geri dönmüştür diye
düşündü. Onun semt ilişkileri yaşayacak hali yoktu tabii ve
tabiî ki döndüğünde Ahmet’i değil barda takıldığı
arkadaşlarını arayacaktı. Bunları düşününce onu aradığına
da pişman oldu Ahmet. Üstelik artık semtte geçirdiği zamanın
çok boş olduğuna iyice ikna oldu ve her hafta bir iş görüşmesi
yapmaya başladı. Cv doldurmayı, uzun uzun özgeçmiş karalamayı
pek bilmiyordu. Ama iş başvurusu yapa yapa bu konularda deneyim
kazanmıştı. Başvurduğu işlerden bir netice almayı beklerken
henüz ne iş yapacağına da karar veremememişti. İş başvurusu
sırasında yaşadığı uzun bekleyişler sinirlerini iyice
bozmuştu. Ancak haftasonları bir otelin toplantı ve yemek salonuna
garson olarak çağırılıyor, harçlığını böyle çıkarıyordu.
3
Sokak müzisyenleri, on beş kişilik
gruba halay çektiriyor, onlarca kişi de onları izliyordu. Işıklar
yanıp sönüyor, insanlar gülüşüyor konuşuyor, kadınlar
yürüyor, kadınlar birbirlerine çarpıyor ve kadehler kadehlerde
birbirlerine çarpıyordu. Müzikler birbirine karışıyor, halay
türkülerini bazen elektronik baslı yüksek desibel disko müzikleri
eziyordu. Üstünlük tuluma geçerdi kimi zaman kimi zaman
Suriyelinin santuru alırdı liderliği. Kafası güzel ruhlarda,
hisler çarpışıyordu kimi zaman İstiklal de. Gökhan ve Ahmet’in
ikinci buluşmasıydı bu. Gökhan telefonda konuştuktan iki ay
sonra Ahmet’i aramış İstiklal’de içkili bir mekana davet
etmişti. İçip eğlenmişler bütün masrafları da Gökhan
karşılamıştı. Bu ikinci buluşmada ise Ahmet birden bire artan
bu samimiyeti garipsedi. Bir yandan da Gökhan’la geçireceği
zamanı ve bu içten içe cezbeden geceyi reddedemiyordu. Belki de
Gökhan da yalnızdı. Ve belki de Ahmet’le konuşmak ona iyi
geliyordu. Askerlik anılarının tek canlı şahidi de oydu. Eeee
Neyse neydi. İçiyorlardı işte. Gecenin sonunda bar iyice
sakinledi ve kafaları biraz toparlandı. Seninle konuşmamız lazım
Ahmet’ dedi Gökhan. Gece boyu yaptıkları geyiğin bir konuşma
olmadığını kanıtlarcasına sert bir ciddiyetle söyledi bunu.
Ahmet’e ise zaten iki biradan sonra akıl almaz bir güven gelir,
semt çocuğu artakalmışlığından üniversite okumamışlığından
falan iyice uzaklaşır her konuda konuşmaya cesaret edinirdi.
Gökhan kararlı duran Ahmet’e yine
ciddiyetle sordu. “ Sevdiğin kız var mı Ahmet.” Dedi. Ahmet
sorunun en çok bildiği yerden gelmesine sevinmiş gibi konuştu. “
Valla semtte bakıştığım bi kız var. Hatta iki kere de okulun
orda ayaküstü buluştuk. Ama muhtemelen babası bana vermez. Gerçi
bu ara iş bakıyorum. İşe girersem biraz toparlanır kızın
ağzını yoklarım ufaktan. Benimle evlenmeye niyeti varsa zaten bir
şekilde hallederiz. Gökhan dalgalı sırıttı. “Ne evlenmesi
oğlum.” Dedi. “Vala bizim semtte öyle.” Dedi Ahmet. “ Seni
kızla gördüler mi hemen yüzüğü takıcaksın yoksa kızın adı
çıkar. Gökhan alaycılığını yerden biraz kaldırıp seviyeli
devam etti. “ Boş ver sizin semti Ahmet.” Dedi. “Sen şu işi
gücü bir hallet gerisi gelir. “ “ Ne yapacağımı bilmiyorum
.” dedi Ahmet. “ İş konusu karışık.” Gökhan gözlerini
masaya doğru indirdi. “Benim.” Dedi. “Aklımda var bir
şeyler.” Ahmet Gökhan’ın işlerinin yolunda olduğunu
biliyordu. Babasının şirketini yönetiyor, dilediği kadar para
harcayabiliyordu. Onun Ahmet’e nasıl bir fikirle geldiği
önemliydi. Ahmet olduğu durumdan toparlandı. Daha ciddileşen bir
ifadeye büründü. İş konusu onun hassas olduğu bir durumdu.
Gökhan’a içten içe anlık bir minnet duyup onun söyleyeceklerine
dikkat kesildi. “ Ne?” Dedi. “Aklında ne var? Benim
yapabileceğim bir iş mi var?” “Evet.” Dedi. Gökhan. Aslında
yapsan yapsan sen yaparsın. Efendi, dürüst bir insansın. Adam
satmazsın. Ahmet gururlanarak sordu. “Eyvallah da iş ne?” “Onu
öğrenirsin.” Dedi Gökhan. “O kolay. Bana senin gibi sır
saklayan ve gözü kara birisi lazım.” Ahmet konuşma ilerledikçe
bilmece çözme ciddiyetiyle kaşlarını çattı. Gökhan devam
etti. “Aslında bunu bir görev olarak bil Ahmet. Bunu herkesin
yapması gerek. En önce benim yapmam gerek ama ben yapamam. Ben
yaparsam işlerim karışacak. Askerlik süreci binlerce lira zarar
ettim zaten. Ama bu işi sen yaparsan, ben işlerin başında dururum
sana da en iyi şekilde destek çıkarım. Yani yüklü bir nakit de
ödeyeceğim tabi.” Ahmet’in zihni iyice bulandı. Onun sarhoş
olup saçmaladığı ihtimalini bile düşünerek ciddileşti. “
Hiçbir şey anlamadım Gökhan.” Dedi. “İki bira içmiştim
tekrar ayıldım. Ne işi bu ben yapabilir miyim? Hem bu kadar karlı
bir iş için sadece dürüst olmak yetiyor mu? Gökhan Ahmet’in
inanılmaz iyi niyeti karşısında şaşırırken, oradan çıkaracağı
sonuç için sabırsızlanıyordu. Lafı uzatarak bilmeceye
çevirdiğinin farkına vardı. “Bak Ahmet.” Dedi. Sana
söylediğim iş öyle bir şey alıp satma ticaret işi değil.”
Bir an duraksadı toparlayamayacak gibi oldu. Sonra yeni bir kelime
icat etmiş gibi atıldı. “Bir tür kahramanlık gibi düşün.
İşlerime salça olan birisi var. İşte sahte kabadayılardan itin
teki. Birkaç yıldır da başımıza çöreklendi. İyilikle
güzellikle çözmek için çok uğraştık. Para verdik olmadı.
Ben askere gidince de iyice tebelleş olmuş bizimkilere. Hisse bile
istemeye kalkmış. İçip içip sarıyor işte. Her dediğini de
yaptırmaya çalşıyor pezevenk. Polisle adaletle de çözemiyoruz.
Zaten içerde yatmış belalının teki. Vurmakla öldürmekle tehdit
ediyor. O vursa kaybedecek bir şeyi yok tabi. Ama ben vuramam.
Benim vurup üç beş yıl içerde yatmam şirketin batması anlamına
gelir. Babam zaten iyice güç kaybetmiş. Tam toparlıyoruz derken
yapamam. Ama Ahmet bunu sen yaparsan.” Bir an duraksayıp Ahmet’in
tepkisini ölçer gibi ona baktı. İfadesizliğine aldırmayıp
devam etti. “ Bunu sen yaparsan, ikimizde rahat ederiz. Adam belalı
ama korkak. Silahı görünce hemen silahına davranır ki sen ona
fırsat vermezsin tabi. Avukatların hazır. Nefsi müdaafa
derdirtiriz fazla ceza almazsın. Senin sicilin de tertemiz zaten.
Gökhan Ahmet’in kararan yüzüne bakarak konuşmayı
şiddetlendirip ikna etme şansını deniyordu. “ Böyle adamların
ölmesi gerek. Bunu devlet de biliyor adalette. Seni çok
yatırmazlar. Ben içerde senin bütün masraflarını karşılarım.
Dışarı çıkınca zaten iş güç derdin olmayacak. Yüklü miktar
sermayen hazır.” Ahmet trajedinin daha ilk bölümünden sıkılıp
salonu terk etmek isteyen izleyici gibi mide bulantısıyla baktı
Gökhan’ın yüzüne. Pek çok durumda soğukkanlı olan bilinci
olay karşısında karmaşıklaştı ve içerledi. Elleri hızlıca
ceplerini yokladı. Tam bu anda Gökhan sigarasını uzattı. “Yak
Ahmet.” Dedi. “Hemen cevap verme. Sana zaman tanıyacağım. Olur
da yapamazsan bu olay aramızda kalır ve bir daha görüşmeyiz. Ama
yapabilrsen ki buna ikimizin de ihtiyacı var. Benim şirketim ve
çevrem için mükemmel olur ve sana ömür boyu minnettar kalırız.”
4
Gece sarhoş bindiği taksinin
camından bakarken sapsarı ışıklar önce flulaşıyor sonra
dümdüz bir bulanıklığa akıp gidiyordu. Gözünü açtığında
yer yer travestilerin kalçalarından kaldırıma doğru bakışları
kaçıyor, çöp konteynırlarından elektrik direklerine doğru
hızlanan ve sonra yemyeşil ve sonra bembeyaz resimler görüyordu.
Onun için zaman eskisi gibi akmayacaktı artık. O bu zamanın
durmasını, bu rengarenk akışın dinmesini istiyordu. Etrafındaki
her şey aksine daha da hızlanıyor, ve binlerce kilometre de
dağılıp parçalanıyordu. Bu çılgın hız ve karmaşanın içinde
tek bir noktada durup olanlara yön verememenin acısını yaşıyordu.
Hep kursağında kalan isteklerinin peşinde koşmayıp
erteleyişlerinin sevemeyip sarılamayışların acısıydı bu. Hep
zaten olmayacak diye ertlediği tutkuları geliyordu g özünün
önüne. O küçük horoz dövüşlerinden kaçarken, hayat şimdi
onu büyük bir kavgaya zorluyordu. Bu sefer ringe çıktığında
dönüşü yoktu. Zihnine hakaret ederek kimseye anlatamayacağı bir
sınava içerleyerek katılmak zorundaydı. Ve kazanmaktan başka
seçeneği de yoktu. Sokağa çıktığında bom boş bakıyordu.
Annesinin yemeklerinin ve eniştesinin şakalarının tadını
alamıyordu. Konuşma isteği gitmiş, konuştuğunda laf oraya
gelecekmiş gibi tiksinti hissetmişti. Sanki sakladığı bu büyük
sırrı herkes bilecekmiş, her konuşmada ağzından kaçıracakmış
gibi her diyalogdan ve kalabalık ortamlardan kaçıyordu. Suçluluk
duygusuyla daha böyle bir işe girmeden yüzü kıpkırmızı
olmuştu. Ona bakışların değiştiğini hissediyor suçluluk
duygusu içine doğru bastırınca bu kötü bir kabus olmalı diye
her şeyi unutmanın çarelerini arıyordu. Bir süre sonra da ben
bunu asla yapamam diye kararını verdi vicdanını rahatlattı.
Artık içi rahattı korkmuyordu. Gün içinde hiçbir şey
düşünmedi fakat Akşam evine ulaştığında işsizliği olduğu
yerdeydi. Yaptığı iş görüşmelerinden dönen olmamıştı.
Ertesi gün yeni bir ilan bulup görüşmeye gitmeliyim diye düşündü.
Akrabalarının ve semt çevresin ona önerdiği aşağılayıcı ve
ağır iş teklifleri zoruna gidiyordu. Kapıcılık ya da kazan
dairesi işleri yapmak istemiyordu. Tekstil işi zaten merdiven
altına düşmüştü. Çalışana iş mi yok, eşek olana semer
vuran çok bulunur gibi halk arasındaki ata sözleri ve deyimlerle
kendine telkinlerde bulundu. Eniştesinin çalıştığı çay
fabrikasına eleman arandığını duydu. En son çare eniştesin
olduğu bir çatı altında çalışmaktı. Eniştesi oniki saat
çalışıyor eve gelince un çuvalı gibi yığılıyordu.
“Başkaları bu işe iki saat dayanamaz ama ben çalışmak
zorundayım.” Diyordu. Aldığı parayla da kıt kanaat
geçiniyorlardı. Onun neyse ki güçlü bir karısı vardı ve kadın
eniştesinin halinden anlıyor ona her koşulda destek oluyordu.
Yıllarca zaten beraberce sırt sırta çalışmışlar ablası bir
süre sonra ağır işi kaldıramamıştı. Lakin Ahmet’in hayatta
böyle bir şansı olabilir miydi? Sevdiği kadın onun işçi
olmasına rağmen onunla kaçıp, beraber çalışıp bir yuva kurmak
için uğraşır mıydı?. Peki, bu işlere katlanmak ya da sürekli
işsiz kalmak yerine birini öldürüp iş kuracak kadar sermayeyi
toplamak Ahmet’in hayatı için daha mı mantıklıydı?
Eniştesiyle konuşmak isterdi her şeyi. Ama her şeyi anlatamazdı
ona. Çay içerken yanına yaklaştı. Eniştesi yarı baygın
televizyondaki programa kilitlenmişti. “Enişte.” Dedi. “Şimdi
elli bin liramız olsa.” “Eee.” Dedi eniştesi. “İş
kurabilir miyiz o parayla?” Eniştesi biraz ayılarak döndü
Ahmet’e. Gözlerini şaşı gibi sola yatırarak düşündü. “Iıı”
Dedi. “Elli bin değil de, yüz bin tl miz olsa dönerci
açabiliriz. Kolay değil her şeyi sıfırdan yapmak lazım.Bizim
fabrikanın aşağı sokağına bir tezgah kurarız. Böyle yirmi
otuz masalık bir yer. İşte fash food tarzı. Dönerdir
hamburgerdir. Bizim fabrikanın yemeklerinden bıkmadı mı millet.
Ekmek arası dayarız hepsine. Bir de evlere servis yaparız. Yaparız
daaa ee para nerde oğlum. “ Ahmet eniştesi konuşurken her şeyi
planladı kafasında. Konu tam da oraya geldi. Nerede yüz bin tl.
Nerede Ahmet Nerede eniştesi. “Şey.” Dedi Ahmet. “Hani olsa
dedim ben.” Şimdi yok tabi ama.” Bir suçu düşünürken
yakalanmıştı. O an suçu işlemiş kadar panikledi. “ Olsa diye
düşündüm dedi, olsa da işletsek kurtulsak şu amelelikten.”
Eniştesi onun garip haline aldıramayacak kadar bitkindi. Tekrar
televizyona gömüldü. Uyuşturucu pahalı gelince kendini
televizyona vermiş bir eroinman gibiydi. Gözlerini kapanana kadar
televizyondan ayrılmadı.
5
Ahmet o günlerde, bütün günah
duygularından içerek sıyrılıyordu. Başka çaresin olmadığını
düşününce içmeye başlıyor, içince de her şeyi
kabullenebiliyordu. Eniştesinin kafeterya fikri zihnine iyice
yerleşti. Kaferya açıyorlar, enişte, abla kardeş çalışyorlardı.
Duvarların rengini, masların şeklini düşünüyordu. En çok da
insanların onlara bakışını düşündü. Değişen bakışları,
yapmacık saygı sevgi havalarını. Kimsenin beğenmediği henüz
işçi bile olamamış Ahmet patron olacaktı. Bu kafeterya için yüz
bin gerekiyorsa bu parayı Gökhan’dan alabilrdi. Gökhan’ın
önerdi ği işi yapıcaktı. Parayı ablası ve eniştesine
bırakıcak, onlar mekanı açıp çalıştırıcaklardı. Artık
içerde vicdanı rahat yatıcaktı. Çıktığında hayatını kurmak
için evlenmek için zamanı ve fırsatı olacaktı. Bunların
gerçekleşmesi için böyle bir pisliğe bulaşılabilr diye
düşünüyordu. Öldürceği adamı bir barda içerken görmüştü.
Adı ulaş, uzun boylu sakallı biriydi. Gökhan Ahmet’in
istediği paraya çoktan ikna olmuştu. Yüz bin lirayı eniştesine
teslim edecekti. Ahmet artık kurbanını tanıyordu.Basit bir
canlıydı. Gölgesi gibi peşinde dolaşıp en savunmasız olduğu
anda çökecekti tepesine. Hem öyle belalı ve kötü yürekli
birini öldürmek zor olmayacaktı. Ahmet’ten kim
şüphelenebilirdiki. “Kim bilir hangi hasımı öldürmüştür.”
Derlerdi. Silahını beline takmıştı. Cinayet sıradan bir iş
gibi değil, ince bir haz hissettiriyordu. O bir inanma şekliydi.
Bir şeyleri değiştirmek için ödenmesi gereken bir bedel gibi.
Saatine bakıp Sedef’le buluşma saatlerinin geldiğini gördü.
Evden çıkıp sinemanın önüne doğru yürüdü. Sedef’i günler
sonra film izlemeye ikna edebilmişti. Sinema hem gözlerden uzak,
hem de kolayca yakınlaşabilecekleri tek yerdi. Sedef buluşma saati
konusunda epey naz yapsa da, öğleden sonra için buluşmayı kabul
etmişti. Ahmet bilet aldığı filmin konusuna bile bakmadı.
Sinemanın önünde buluşup salona girdiler. Film başlar başlamaz
da Ahmet gözlerini sedefin gözlerine dikti. Uzun süredir uzaktan
bakışmalar ilk defa bu kadar yakınlaşmıştı. O an her şeyden
uzaklaşıp sedef’in gözlerine yansıyan ışıkları izlemeye
başladı. Film makinasından perdeye yansıyan ışık, son olarak
sedef’in gözlerinde parlayıp kayboluyordu. Zaman zaman
şiddetlenen ışık gözlerinin kısılmasına neden oluyordu. Uzun
dakikalar böyle geçti. Sedef, Ahmet’in artık filmi izlemesi
gerektiğini düşünüp Ahmet’in kafasını beyaz perdeye çevirdi.
Sessizce kulağına mırıldandı. “Biraz da filmi izle istersen.”
Dedi. Ahmet Sedef’in dikkatini çeken filme içten içe kızdı.
Ahmet çaresiz filmi izlemeye başladığında filmin en sürükleyici
sahnesi oynuyordu. Film karakteri cinayet işleyip kaçmaya
başlamıştı. O kaçarken de peşine bir çok polis ve başka
adamlar takılmıştı. Adam korkuyla saklanacak ve kendini koruyacak
bir yer arıyordu. Ahmet bu dakika da filme kilitlendi. Elini usulca
belindeki silaha götürdü. O inceden bir güven veriyordu ama
gerilmesini engellemiyordu. Adam kendin korumak isterken, öldürüyor
öldürdükçe de peşindekiler çoğalıyordu. Ahmet için o an
bütün heyecanlar kayboldu. Vücudu kaskatı kesildi ve filmin
sonuna kadar olduğu yerde öylece kaldı. Film bittiğinde sedef
Ahmet’in garipliğini heyecanına verdi. Masumiyetini anlayıp
yanağına bir öpücük kondurarak vedalaştı. Ahmet yanağına
aldığı bu ıslaklığı avcuyla okşadı. Beklemediği hamle
karşısında nutku durdu. Kafasındaki cesaret ve kahramanlık
hikayeleri silindi. Yalnızca eliyle bile hissedebildiği o
ıslaklığı düşündü. Sedef’in onunla geçirdiği zamanın
uzamasını, hatta bütün zamanlarını beraber yaşasınlar
isterdi. Onun göğüslerini kat kat sardığını fakat
dizginleyemediğini fark etmişti. Arsızdılar, dokunulası,
hissedilesi bir şey taşıyorlardı. Ahmet her şeye rağmen
ödüllendirildiği için mutlu olmuştu. Fakat bir yandan
telaşlıydı. Uzaktan uzağa bakışmaların, sessiz diyalogların
yerini; daha canlı daha sıcak bir şey almıştı. Yüreğini saran
bu sıcaklığı eskisinden daha fazla umursuyordu. Yalnız başına
yürümeye başladı. Kararırken serinleyen hava kulaklarına ve
ensesine dokunuyordu. Araba sesleri sokak lambaları yüksek binalar
birbirine karışıyordu. Attığı her adımda o an hiç
hissetmediği kadar hayata bağlanıyordu. Her şeye rağmen
yaşamanın bu capcanlı atmosferi ve yanağına aldığı rujlu
ıslak dokunuş onu, dipdiri ve doğru yaşamaya ikna ediyordu.
6
Zaman akıp gidiyordu. Ahmet
zamanın bir yerde durmasını istiyordu. Her şeyin felakete
sürükleneceği korkusu kaplamıştı içini. Eniştesiyle bitmek
bilmeyen sohbetler ediyor, onu işe uykusuz gönderiyordu. Sedefle
sinemaya dördüncü kez gitmişler filmi bırakıp dakikalarca
öpüşmüşlerdi. Aşkın bu denli yükseldiği bir an ciddi olan
hiçbir şeyi düşünmek ya da yapmak istemiyordu. Bunaldığı
zamanlar Veli’yi buluyor, sadece onunla dertleşebiliyordu. Veli
onun karmaşıklaşan düşüncelerini çözemese de. “Olur be
gardaş bu da gelir bu da geçer.” Gibi sözlerle onun
rahatlamasını sağlayabiliyordu. Veli Ahmet’in silah taşımasını
garipsemişti. Bütün ısrarlarına rağmen belindeki silahın
nerden geldiğini ağzından alamadı. Yine bütün iyi niyetiyle
“Her şey olacağına varsın Ahmet.” Dedi. Kaderin önüne
geçilmez vardır mutlaka bize de yazılan bir şeyler. Ahmet sakin
fakat her zamankinden daha da düşünceliydi. “Veli.” Dedi. “Bu
akşam semtte takılmayalım istersen bi yerde gidip bir şeyler
içelim.” Veli, günlerdir bu teklifi bekliyormuşcasına istekle
kabul etti. Velinin arabasına binip gece hayatının yolunu
tuttular. İkisi beraber böyle yerlere gitmeye pek alışkın
değillerdi. O yüzden ara ara birbirlene bakıp sırıtıyorlardı.
Ahmet Veliyle önce kendisi gibi gençlerin takıldığı bir mekana
girdi. Birkaç grup dans ediyor, bazıları kendi arasında sohbet
ediyor bazılarıysa sessizce içkisini yudumluyordu. Ahmet ve Veli
burda bir süre sessizce içip sıkılınca da daha kalabalık ve
hareketli bir yere uğradılar. Orda da biraz içip iyice sarhoş
olana kadar o bardan bu bara dolaşıp durdular. Birbirlerine
tutunarak yürüyorlar, gülüşüyorlardı. Bir tür serserilik
dayanışması yaşanıyordu aralarında. Semt delikanlılığı
havaları gitmiş sanki usta birer bar serserisi olmuşlardı.
Yılların verdiği arkadaşlık ve güvenle defalarca adımladılar
istiklal caddesini. Bir ara gözlerine kestirdikleri iki kadının
peşine takılıp karanlık bir sokağa girdiler. Dar bir merdivenden
yukarı çıkıp salaş bir mekana ulaştılar. Mekan da kadınlı
ekekli en fazla on kişi vardı. Şiddeti siz soft bir müzik
çalıyordu. İki üç tane genç ellerindeki müzik aletlerini
topluyorlardı. Müzik aletleri gitar , bağlama, santur ve birkaç
ritim enstrmanıydı. Uzun saçlı ve sakallı gençlerin üzerlerinde
de salaş ve sokak müziğine uygun sahne kıyafetleri vardı. İki
kadın mekana girip müzisyenlerle konuşmaya başladı. Ahmet ve
veli kenarda bir masaya oturup kadınlara doğru bakıyorlardı.
Sallanarak yürüyen bu tiplerin mekana girişişi mekandaki
herkesin dikkatini çekti. Garson gelip siparişlerini aldı.
Kadınlar onlara yakın bir masaya oturunca da göz ve iğneli
laflarla kadınları taciz etmeye başladılar. Kadınlar rahatsız
olunca garsonlardan birisi müdahale etmek istedi. Ahmet ve Veli
garsona karşılık vermeye başladılar. Ulaş birkaç kişilik
arkadaş grubuyla mekana giriyordu. Ahmet sarhoş ve sinirli
olduğundan uzun süre onu fark etmedi. Ulaş gelip olayı
yatıştırmaya çalıştı. “Beyler.” Dedi. “Burası sizin
düşündüğünüz gibi bir yer değil. Lütfen içkinizi için,
taşkınlık çıkarmayın.” Ahmet kafasını çevirdiğinde Ulaşın
yüzüyle karşılaşınca bir an duraksadı. İçip dağıttığı
bir gece Ulaş karşısına çıkıvermişti. O an kadar’e bir
tarikat lideri gibi sarıldı. İşte kader yollarını
birleştiriyordu. Lakin fazla tanımadığı ve içten içe korktuğu
adama dönüp sadece “sen karışma. “ Diyebildi. “Ben buranın
işletmecisiyim.” Dedi Ulaş. “İsterseniz meseleyi aşağıda
çözelim. Ama buna gerek yok efendi gibi çözmek varken. “ Ahmet
adamın yumuşak tavrına şaşırarak baktı. “Vaay.” Dedi.
Demek gerçek yüzünü göstermeyeceksin bize ha hayret!” Ulaş
Ahmet’e yaklaşarak ”Nasılmış benim gerçek yüzüm, ne demek
istiyorsun sen.” Dedi. Ahmet cümlelerini bile toparlayamıyor
alkolün etkisiyle lafları geveliyordu. Toparlanmaya çalışarak
“Sen daha iyi bilirsin bilader.” Dedi. Ulaş adamın tavrını
sarhoşluğuna veriyor ve sakin olmaya çalışıyordu. “Tamam.”
Dedi. Garsonlara dönüp “Galiba bir yanlış anlaşılma var ve
galiba bu arkadaşlar beni tanıyor, siz işinize bakın” Sandalye
çekip Veli ve Ahmet’in masasına oturdu. Ulaş aralarında geçen
konuşmadan onları tanımaya çalıştı. Aralarındaki tartışma
uzun süren bir diyaloğa dönüştü. Ahmet ve Veli zar zor
konuşuyordu. Ahmet, karşısındakinin gözlerine bakıp
sarhoşluğun rahatlığıyla içinden geçirdiklerini saydırdı.
Kader madem bu gün onunla yüzleşmek istiyordu. O da bu kadar
kötülük yaparak Ahmet’in karşısına çıkmamalıydı. Ulaş
ahmet’in uzatmasına izin vermedi. İkisi de bu tür konuların
ayıkken konuşulacağını iyi bilirdi. Anlaştılar. Ulaş, Ahmeti
ertesi gece mekanın kapandığı saatte konuşmak için
bekleyecekti. Ahmet de ayık gelmeye söz verdi. Ertesi gün buluşmak
için vedalaşıp ayrıldılar. Ahmet ve veli semte hiç olmadıkları
kadar sarhoş döndü. Kendi çöplüklerinde içtiklerinde başları
bu kadar dönmezdi. Onlar, bu şehrin en baş döndürücü
ışıklarına çarpılmışlardı. Birbirlerinden tutsalar da bu
sarsılma ağırlarına gidiyor nasıl bu kadar sarhoş olduklarına
şaşıyorlardı. Ahmet belindeki silahı yokladı son kez. Yüzükoyun
uzandığı kanepede sızıp kaldı. Gece uğultuları bir anlığına
diplerde kayboldu süratle kesildi. Kaderin gecesi şimdilik sona
erdi.
7
Yazılışına bakılırsa Ahmet’in
hiçbir suçu yoktu. Öyle ustaca yazılmıştı ki kaderi. Her şey
önceden planlanmış gibiydi. Adam yaptığı bütün adilikleri
soğukkanlılıkla karşılıyor ve katilinin ağzından dinlemek
için ona randevu veriyordu. Ahmet’in ayağına kurbanıyla yalnız
kalacağı bir gece serilmişti. Her şeyi sessizce halletmesi için
fırsat veriliyordu. Uzun bir gece kaç cesaretin ve hesaplaşmanın
tanığı olurdu kim bilir. Ahmet yaklaşan hesaplaşmasına doğru
usul ve kararsız adımlarla ilerliyordu. İçinde heyecan ya da
korku yoktu. Ulaş’ı tanımasaydım daha mı iyi olurdu diye
düşündü önce. Fakat kader buluşturmuştu onları. Ve her şey
bu kadar hazırlanmışken sorgulamak anlamsızdı. Ahmet ve Ulaş on
iki den sonra buluşacaklardı. Gece on iki de mekandan müşteriler
gidiyor, mekan kapanıyordu. Ahmet mekana yaklaşırken saat on iki
buçuğa geliyordu. Cinayet mahalline yaklaşır gibi değil de bir
arkdaşıyla sohbet etmeye gidercesine rahat oluşuna şaşırdı.
Fakat bu rahatlığı ona Ulaş sağlamıştı. Ulaş konuşkan ve
karşıdakini dinleyen bir tipti. Başkalarının düşüncelerine
önem verirdi. Ters birisi olsaydı dünkü olayda Ahmet’in üzerine
gidebilirdi Ahmet de sarhoşlukla ne yapacağını bilemezdi. Böyle
ciddi bir işi sarhoşken yapmamalıydı. Sarhoşken karşılaşmaları
şanssızlık sayılsa da sonrasında Ulaşın, Ahmet’in sözlerini
kaldıramayıp , ona ikinci bir buluşma şansı vermesine ne
demeliydi. Bu ne bir tesadüf ne de bir kurguydu. Bal gibi kader ve
kaderin ince ince işlenmiş el yazısıydı. Ahmet bar’ın
kapısına geldiğinde sol tarafında acı bir heyecan duydu. Bir tür
kumpas olabilir miydi. Aklından hızlıca geçen bu düşünceleri
aniden yuttu. Ulaş’ın yüzündeki masum ifade Ahmet’i
rahatlatıyordu. İçeri girdiğinde Ulaş tek başına barda
oturuyor elindeki defterde bir şeylere bakıyordu. Ulaş ahmet’in
geldiğini görünce kapıya doğru geldi. Yüzünde naif gülümseme
ifadesi vardı. “Hoş geldin.” Deyip Ahmet’in elini sıktı.
Barın kapısını kilitleyip Ahmet’e barı işaret ederek “Buyur.
Semt delikanlısı Ahmet dedi.” Ahmet, önceki gece sarhoşken
sürekli söylediği. “biz semt delikanlısıyız bizde yanlış
olmaz.” Sözünü hatırladı. Ulaşın bu rahatlığı Ahmet’i
kaygılandırdı. Bara ağır adımlarla yürüyüp oturdu. Ulaş
barın iç kısmına geçip bir şeyleri kapatıp açtı düzeltti.
“tekrar hoş geldin Ahmet.” Dedi. “Ne içersin.” Ahmet
davetin ve ikramın inceliğine kapılmış, karşısında öldüreceği
adam değil de kırk yıllık dostu varmış gibi bar sandalyesinin
üzerine yayılmış kollarını da sele serpe barın üzerine
kondurmuştu. Ulaş, Ahmet’in cevabını beklemeden bir şişe
votka çıkardı. “Ahmet” dedi. “Ben de eski semt
delikanlısıyım. Şimdi semte pek uğrayamaz oldum ya neyse.
Seninle bu şişeyi bitirebilir miyiz dersin. Ahmet rahatlıkla.
“Anasını bile s.” Diyecek oldu fakat düşünceli. “Olur.”
Dedi. “içeriz gerçi ben dün de çok içmişim bu gün fazla
içemem galiba.” “Hakikaten siz dün çok güzel sarhoştunuz
yahu.” Ulaş bu sırada votkaları doldurup Ahmet’in yanına
oturdu. İçki şişesi ve meyve suyunu yanında getirdi. Elini
bardağa götürünce Ahmet’le göz göze geldiler. Ulaş kadehini
kaldırdı. “Sağlığına semt çocuğu Ahmet.” Dedi. Ahmet
kadehi kaldırıp bir yudum aldı ve indirdi. Ulaş Ahmet’in ince
mahcubiyetine anlam veremiyordu. “E Ahmet.” Dün yakıp
yıkıyordun bu gün hiç o semt çocuğu gitti böyle sessiz sakin
efendi biri var burada.” “Yok dedi Ahmet, bizim semtte de kimseye
zararımız yok. Ben kolay kolay kavgaya da karışmam. Hani dün çok
içince kendimizi kaptırdık. Size de biraz kükredik öyle ama biz
öyle insanlar değiliz. Veli de ben de semtte içer sıçar semtin
dışına çıkınca kuzu kesiliriz, buralara bile gelişimiz binde
bir.” Ulaş gülümsedi. “Belli belli.” dedi. Ben anladım
zaten. Başkaları olsa bizi bilir, böyle elini kolunu sallaya
sallaya olay çıkaramaz. Çıkarır sa da ortalık çok kötü
karışırdı. Ama baktım siz iki delikanlı buralarda yenisiniz.
Üstelikte sarhoşsunuz. Biz de sizin yaşınızda yapmışızdır
böyle şeyler. Uzatmanın anlamı yok diye düşündüm. Ve ben
seni buraya şey için çağırdım. Ulaş bir an durdu. “Neyse
dedi onu sonra konuşuruz. Bu gece içelim.” Ahmet kafasıyla
onayladı ve gülümsedi. “Bir de bir şey sorucam.” Dedi. “
Benim hakkımda ileri geri konuşulduğunu mu duydun? Merak ettim.”
Ahmet köşeye sıkışmış hissetti. “Senin kim olduğunu
bilmiyorum” dedi. “Dün sarhoşken saçmaladım öyle. Kesin
belalıdır diye düşündüm. Mekanda sözün geçiyordu.”
Kafasını salladı Ulaş. Bizim kimseye bela olduğumuz yok. Ama
bela öyle kolay kolay kurtulduğumuz bir şey değil. Bu mekanı
açmak için çok uğraştık. Bin türlü bela da maddi sıkıntı
da bizi buldu.” Ulaş boşalan bardakları dolduruyordu. Ahmet göz
ucuyla ulaşa ve sonra bardağa baktı. Votka dan gelen ince kokuyu
hissetti. Ve vucuduna işleyen etkisiyle irkildi. Hiç ummadığı
kadar kolay olucaktı işi. Bir yandan karanlığı kolluyor bir
yandan da kendini ve koşullarını zorluyordu. Her şey karşısındaki
gür bıyıklı adamın canını almasına bağlıydı. Ve onun için
o an bu üç saniyelik bir işti. Kendisine ve içki bardağının
içinde kararan bütün hayallerinin tek koşulu buydu. Ellerini
bardağa sımsıkı götürüp kurbanının sağlığına içiyordu.
Vuslat gecesi olur muydu bu gece? Yoksa karanlığa düşer boylu
boyunca boğulur muydu? Onun sessiz düşünceleri içinde çığlığa
dönüşerek çağalıyordu.
8
İkisi de sarhoş oluyordu. Barda
ikisinden başka kimse yoktu. Ve Ahmet bu adamın samimiyetine
kaptırmıştı kendini. Onu sorduğu sorularla sıkıştırıp
ağzından çevirdiği dümenleri almak istiyordu. Fakat adamın
tavırları buna izin vermiyordu. Soru sorup sıkıştırmaktan çok
ifade verir gibiydi Ahmet. Zorlandığında konuyu değiştiriyor,
Ulaşın onu daha fazla sorgulamasını önlemeye çalışıyordu.
“Ben senin daha kötü biri olduğunu düşündüm.” Dedi Ahmet.
“Varsa yoksa haraç yiyen, onu bunu işinden eden biri.” Ulaş
gülümsedi. “Seni böyle düşündüren sebebi merak ettim.”
Dedi. “Ben haraç yiyen birisi olamam aksine haraç alan bir çok
mafya bozuntusuyla biz uğraştık. Haraç aldıkları için onları
cezalandırdık.” “Siz kimsiniz?” Dedi Ahmet. Ulaş Sempatiyle
karşıladı soruyu ve devam etti. “Biz dedi, işte haksızlık ve
adaletsizlik karşısında duran bir grup insan.” Ahmet iyice
kafası karışarak anlamaya çalıştı.
“Adaleti siz mi sağlıyorsunuz?”
“Gerekiyorsa evet.”
“Yetkiyi kimden alıyorsunuz.”
“Mazlumdan.”
Ulaş bir an tüm ciddiyetiyle baktı
Ahmet’in gözlerine. “Yani.” Dedi. “Yani başı sıkışan ya
da haksızlığa uğrayan bize gelir derdini anlatır biz de onu
çözmeye çalışırız.” “Anladım.” Dedi Ahmet. Ulaş devam
etti. “Bu nedenle de çok fazla düşmanımız var. Dedi. Burada
tartışma çıkardığınızda sizin de o düşmanlardan birisi
olduğunuzu sanmıştım. Ama sonra anladım ki; siz bize düşman
olamazsınız.” Ahmet o an adamın her şeyi bildiğini hissetti.
Kendi kendine kızdı. Salaklaştın dedi. Kumpasa geldin işte. Seni
kandırdı rahatlattı. Biliyordu anlamıştı onu öldüreceğini.
Şimdi o sana davranmadan davran bakalım Ahmet. Hadi yap artık şu
işi. Bitir adamın işini. Ulaş Ahmet’in yüzüne bakarak
“Hayırdır.” Dedi. “Ne oldu garipleştin Ahmet.” “ Yok bir
şey.” Dedi Ahmet. “Sadece sizin kötü bir şeyler yaptığınız
düşünmüştüm şaşırdım. Ben de ara ara kötü şeyler yapmak
istiyorum. Buna ne kadar cesaretim var bilmiyorum ama işte.” “Ne
gibi kötü şeyler?” Dedi Ulaş.
“Karanlık işler işte. “
“Sebep.”
“Sebep kimsesizliğimiz.”
“Kimsesiz misin?”
“Anam var ablam eniştem var.”
“Ne güzel daha ne?”
Ahmetin bara dayadığı kolu alkolün
etkisiyle kaydı ve boşa düştü. Böyle konuşmaya devam etti.
“Ne iş var ne güvenecek bir dalımız. Bekleyecek bir şeyimiz
yok. Beklesek de olmayacak zaten. O yüzden doğrulukla nereye kadar?
Hem hangi şey kime göre neye göre doğru?” “Hah” dedi Ulaş.
“Tam burada dur işte.” “Kime göre ve neye göre kötü öyle
mi?” peki sen kimsesiz olduğunu düşünürken kime göre
düşünüyorsun. Sana göre mi kimsesizsin. Yoksa başkalarına göre
mi. Peki işsiz olman mesela senin suçun mu? Yoksul bir aileden
doğmak senin suçun mu? Bütün bunlardan daha fazla mücadele
ederek kurtulman gerekmez mi? Yani umutsuzlukla karanlık işlere
karışarak neye ulaşmaya çalışıyorsun.” “Küçük şeyler
aslında.”Dedi Ahmet. “Başımızı sokacak işletecek küçük
bir mekan olsun. Orada çalışıp yaşayıp gidelim.” Ulaş ayakta
zor duran Ahmet’e ciddiyetle bakıp onun algılarını zorlarcasına
net konuşuyordu. “Bu mekan” dedi. Bu mekanı hiçbir karanlık
işe bulaşmadan açtık. Ve buraya seni çağırmamın nedenim sana
burada iş teklif etmekti. Seni tanımak istedim. Eğer beklediğim
gibi dürüst biriysen benimle çalışır mısın diyecektim. Ama
anladım ki karanlık işler çevirmeyi düşünüyormuşsun.
Düşünmenin dışında cesaret etmeye de çalışıyormuşsun. Bu
üzücü Ahmet. Kaderini böyle bir karanlığa sürüklemene gönlüm
razı olmaz. Her ne iş yapacaksan onun karanlığı ömür boyu
üzerinden kalkmaz. İyilik ve doğruluk için yaşayanların
lanetinden de kurtulamazsın. Ahmet durdu. “Gerekirse ben de iyilik
ve doğruluk için savaşırım. Lakin bu savaş kötülerin savaşı.
İyi ve doğru yok. Daha çok kötü olma savaşı bu. Sonucunda bir
kötünün başka bir kötüyü öldürmesi mesela değil mi? İkisi
de kötü ve ikisi de aslında kendi çıkarları için birilerini
öldürür. Eksi eksiden bir şey götürmez. “Sen artı ol Ahmet.”
Dedi Ulaş. Ne kadar eksi olursa olsun çevrende sen Artı olmaya
çalış. Belki de eklenenler olur sana ha?” Ahmet ve ulaş göz
göze geldiler. Ahmet aldığı iş teklifini düşünüyordu.
Kaçıncı bardak votka içtiğini hatırlamıyordu. Kurbanının
yüzüne utanarak bakmaya başladı. Ne olduğunu pek bilmedigi bir
his kapladı içini. Minnet duymak istedi fakat minnet duygusu onu
öldürme duygusundan vazgeçirecekti. Silahı belinden çekip
doğrultsa bile onun beynine yüreğine asla böyle bir şeyi
yapmayacağı, yapamayacağı duygusu bastırıyordu. “Ben.” Dedi
burada çalışmayı düşünebilirdim ama ben bir günahkarım. Sana
karşı kışkırtılmış; çaresizlik ve erdemlilik, iyilik ve
kötülük arasında gidip gelen bir günahkar. Silahını çıkarıp
barın üzerine bıraktı. “İstersen şimdi çek vur beni.”
Dedi. “Çünkü en küçük bir cinnet anında bunu ben
yapabilirdim.” Ulaşla göz göze geldiler. Ulaş taş kesilmişti.
Konuşmadı. Sadece Ahmet’in gözlerine baktı ve başını eğdi.
Ahmet bardan hızla çıktı. Arkasına bakmadan gecenin karanlığında
uzaklaşıp kayboldu.
Ertesi gün Gökhan’ı arayıp gece
yaşadıklarını anlatmayı düşünürken Gökhan’dan bir mesaj
aldı. Her şey bitti Ahmet yazıyordu mesajda. Beni görüp
tanıdığını kimse bilmesin. Bu numarayı sil ve bir daha arama.
Ahmet omuzlarından aşağı hafifleyen vucudunu kanepeye zar zor
bıraktı. Bu an her şeyi bitiren fakat yeni bir erdemi başlatan
andı. Şimdi vakit bütün günahkarlar gibi. Günahlarından
kurtulma vaktiydi. Kaderinin ona Ulaş gibi bir kurban getirmesine
sevindi. Ve artık öldürme duygusu onun için yepyeni bir erdemdi.
Yeni hayatı ve kazanımlarının büsbütün başlangıcıydı. ….
25 01 2016-01-25
İstanbul
Yorumlar
Yorum Gönder