Ana içeriğe atla

GÜNAHKÂR



                                                                        1
Otobandan geçen tır sanki beynini ezip geçmişti. Şehrin en yüksek tepesinde oturmuş konuşuyorlardı. Arkadaşı Veli Ahmet’e o yokken, semtte olan biteni anlatıyordu. Tırın dorsesinden gelen şiddetli gürültüyle Ahmet, Veli’nin söylediklerine kafa salladı. “Haklısın keke” Dedi “Dünya boka sarmış, bizim semt mi düzgün olacak. “Keke.” Dedi Veli. “Ne demek.” “Kardeş demekmiş askerde bir arkadaşım öğretti.” Ahmet askerden geleli bir haftayı geçiyordu. Askerlik günlerinde en çok özlediği annesine kavuşmuştu. Onun yemeklerini yiyor, ablası ve eniştesiyle uzun sohbetler ediyordu. En küçük ablası ve kocası onlarla beraber yaşıyordu. Birbirlerini sevmiş kaçarak evlenmişlerdi. Ablası daha sonra kocasını da alıp annesinin evine yerleşmişti. Ahmet’in diğer iki ablası zengin kocalarını bulduğundan anne evini pek hatırlamaz olmuşlardı. Tekstil işçisi babaları Ahmet on yaşındayken ölmüştü. Ahmet annesinin ve ablalarının elinde gençliğe adım atmış, lise ikiye kadar okuyabilmişti. Zamanını semtte eş dost akrabayla geçirmiş en sonunda askerliği gelip çatmıştı. Askerden sonra ise yeniden semt hayatına döndü. Veli’yle beraber hafta sonları müzikholde garsonluk yapıyorlardı. Ahmet’in askerden önce uğraştığı bu iş ona yetmiyordu. Artık düzenli ve biraz daha rahat bir işe ihtiyacı vardı. Semtte takılmakla günlük işlerle sadece günü kurtarmakla olmayacağını düşünmeye başlamıştı. Semtte boş yere zaman harcıyor, çoğu zaman kafayı çekiyorlar, abartılı kavga, kahramanlık hikâyeleri anlatıyorlardı. Semtin kabadayıları ağızlarından düşmüyordu. Bir tanesi tespihini iki üç kere sallayıp sağ başparmağını dişlerine götürüp anlatmaya başladı. “ Veysel abi var ya.” Dedi. “ Taksiye çıkmış bir gün. O bizim Dörtyol’un orda bekliyormuş. Kafası kıyak tabi. Hava da hafiften çiseliyormuş. Bakmış beş altı kişi yürüyor, tipleri de o biçim. İşkillenmiş bunlardan peşlerine düşmüş, anlamış ki bizim Salih’in mekanını basmaya gidiyorlar. Veysel abi durur mu? Salih zaten çocukluk arkadaşı. Derken bi telefon açmış Salih’e. Demiş hazırlıklı olun mekana lavuklar tüneyecek. Çekmiş sustalıyı gitmiş arkalarından . Salih abi elemanlar, sopayla karşılamış adamları. Döve döve Dörtyol’dan aşağıya kadar kovalamışlar.” Ahmet arkadaşlarından kavga hikayeleri dinlemeyi sevse de kavgaya karışmıyordu. Noksan büyüyen bir çocuk olsa da hayatla barışıktı. Parayı emeğiyle kazanır, harcar, para için kimseye boyun eğmek istemezdi. Veresiye yazarken eli titreyen bakkalın işgüzarlığını, suyu veya elektriği kesmeye gelen memurun nemrut suratını iyi bilirdi. Başetmek için hep çalışması gerektiğinin farkındaydı. Aşık olmanın bile parayla olduğunu düşünürdü. Pek çok kez aşık olmuştu. Aşık olduğu kişinin gözünün yüksekte olduğunu anlayınca vazgeçmişti. Kolayca kabulleniyordu bu durumu hem de. Başkaları gibi acı çekip arabesk hikayelere dönüşen sevdaları yoktu onun. İçinde her şeye karşı biriktirdiği bir kini, parası olunca sorulacak hesapları vardı. Fakat bunlarla da yaşamıyordu Ahmet. Para kazanamasa da intikam alamasa da olurdu. Eniştesinin beş parasız oluşuna aldırmamış, ablasının ona gizlice kaçmasına hiç kızmamıştı. Halbuki büyük ablaları ve enişteleri o beş parasızla nasıl evlenir diye küçük kıza düşman kesilmişlerdi. Onların ellinden tutup evlendirecek kimseleri yoktu. İmkanları olsa kaçmayacaklardı. Ve zaten şimdi Ahmet’in onlardan başka kimsesi de yoktu. Eniştesi gariban ama mert adamdı. Kazandığı parayı karısının cebinde biriktirirdi. Ahmet de eniştesini örnek alıyor, onu yoksulluğuna rağmen sevecek onunla kaçacak yüreklilikte birini düşününce heyecenlanıyordu. Öyle insanların git gide azaldığını düşününce de hüzünleniyor ama bu duygudan da hemen kurtuluyordu.



                                                                       2
Ahmet semtte arkadaşlarıyla zaman geçirirken askerlik anılarını hatırlıyordu. Askerlik arkadaşlarıyla konuşurken, mükemmel bir dostluk ve kardeşlik hissi kaplıyordu içini. Başka şehirlerde başka işlerdeydiler. Fakat beraber hasret çekmiş, özlemleri paylaşmış birbirlerinin ailesi olmuşlardı. Annelerinin babalarının sevdiklerinin yerini doldurmuşlardı on beş ay. Birbirleri hakkında bilmedikleri yoktu. Ve sivil hayatta belki hiç yaşanmayacak dayanışma ruhunu o günlerde yaşamışlar yaşamak zorunda kalmışlardı. Askerdeki günlerde bölükte pek sevilmeyen, otuzlu yaşlarda, Ahmet’le ara ara zaman geçiren biri vardı. Ahmet terhis olurken “İstanbul’a gelince mutlaka arayacağım seni.” Diye söz vermişti. Ahmet’ten yirmi gün sonra terhis olacaktı. Aradan dört ay geçtiği halde ses sada da çılkmamıştı. Ahmet varlığını bile çoktan unutmuştu. Bir ara askerlikle ilgili konuşurken, tam anılarının depreştği anda hatırladı. “Gökhan vardı ya.” Dedi. “Bir numara vermişti ne oldu acaba bir arayayım.” Aradı. Gökhan telefondaki sesi önce tanımayacak gibi durdu. Üç beş saniye sonra da soğuk bir sesle cevap verdi. “Merhaba Ahmet.” Dedi. “ Ne yapıyorsun.” “ İyiyim.” Dedi Ahmet. Nasılısın sorusuna hiç düşünmeden yapıştırılan bir iyiyim di bu. “Terhis olup olmadığını merak ettim.” Dedi biraz sitemliydi. Gökhan ilk saniyeden beri anlamıştı durumu. “Evet terhis oldum ama döner dönmez işe güce koyulduk. Kimseyle konuşma fırsatım olmadı vallaha. “Anladım.” Dedi Ahmet. “Ben de daha başlamadım işe. Geldiğimden beri parça parça işler yaptım.” Konuşma fazla uzamadı. Askerde de kimsenin fazla ısınamadığı Gökhan’a telefondan da garip bir soğukluk hissetmişti. Sanki karşıdaki adam konuşmanın hemen sonlanmasını istiyordu. Gökhan’ın bir gün başına tüm koğuşu toplayıp arkadaşlarıyla istiklalde yaşadıkları gece hayatını anlattığını duymuştu Ahmet. Gökhan’ın kızlarla yaşadığı maceralar askerdeyken pek eğlenceli gelmemişti ona. Telefonu kapatınca da içten içe kıskandı onu. Şimdi tekrar o gecelere geri dönmüştür diye düşündü. Onun semt ilişkileri yaşayacak hali yoktu tabii ve tabiî ki döndüğünde Ahmet’i değil barda takıldığı arkadaşlarını arayacaktı. Bunları düşününce onu aradığına da pişman oldu Ahmet. Üstelik artık semtte geçirdiği zamanın çok boş olduğuna iyice ikna oldu ve her hafta bir iş görüşmesi yapmaya başladı. Cv doldurmayı, uzun uzun özgeçmiş karalamayı pek bilmiyordu. Ama iş başvurusu yapa yapa bu konularda deneyim kazanmıştı. Başvurduğu işlerden bir netice almayı beklerken henüz ne iş yapacağına da karar veremememişti. İş başvurusu sırasında yaşadığı uzun bekleyişler sinirlerini iyice bozmuştu. Ancak haftasonları bir otelin toplantı ve yemek salonuna garson olarak çağırılıyor, harçlığını böyle çıkarıyordu.

                                                                           3
Sokak müzisyenleri, on beş kişilik gruba halay çektiriyor, onlarca kişi de onları izliyordu. Işıklar yanıp sönüyor, insanlar gülüşüyor konuşuyor, kadınlar yürüyor, kadınlar birbirlerine çarpıyor ve kadehler kadehlerde birbirlerine çarpıyordu. Müzikler birbirine karışıyor, halay türkülerini bazen elektronik baslı yüksek desibel disko müzikleri eziyordu. Üstünlük tuluma geçerdi kimi zaman kimi zaman Suriyelinin santuru alırdı liderliği. Kafası güzel ruhlarda, hisler çarpışıyordu kimi zaman İstiklal de. Gökhan ve Ahmet’in ikinci buluşmasıydı bu. Gökhan telefonda konuştuktan iki ay sonra Ahmet’i aramış İstiklal’de içkili bir mekana davet etmişti. İçip eğlenmişler bütün masrafları da Gökhan karşılamıştı. Bu ikinci buluşmada ise Ahmet birden bire artan bu samimiyeti garipsedi. Bir yandan da Gökhan’la geçireceği zamanı ve bu içten içe cezbeden geceyi reddedemiyordu. Belki de Gökhan da yalnızdı. Ve belki de Ahmet’le konuşmak ona iyi geliyordu. Askerlik anılarının tek canlı şahidi de oydu. Eeee Neyse neydi. İçiyorlardı işte. Gecenin sonunda bar iyice sakinledi ve kafaları biraz toparlandı. Seninle konuşmamız lazım Ahmet’ dedi Gökhan. Gece boyu yaptıkları geyiğin bir konuşma olmadığını kanıtlarcasına sert bir ciddiyetle söyledi bunu. Ahmet’e ise zaten iki biradan sonra akıl almaz bir güven gelir, semt çocuğu artakalmışlığından üniversite okumamışlığından falan iyice uzaklaşır her konuda konuşmaya cesaret edinirdi.
Gökhan kararlı duran Ahmet’e yine ciddiyetle sordu. “ Sevdiğin kız var mı Ahmet.” Dedi. Ahmet sorunun en çok bildiği yerden gelmesine sevinmiş gibi konuştu. “ Valla semtte bakıştığım bi kız var. Hatta iki kere de okulun orda ayaküstü buluştuk. Ama muhtemelen babası bana vermez. Gerçi bu ara iş bakıyorum. İşe girersem biraz toparlanır kızın ağzını yoklarım ufaktan. Benimle evlenmeye niyeti varsa zaten bir şekilde hallederiz. Gökhan dalgalı sırıttı. “Ne evlenmesi oğlum.” Dedi. “Vala bizim semtte öyle.” Dedi Ahmet. “ Seni kızla gördüler mi hemen yüzüğü takıcaksın yoksa kızın adı çıkar. Gökhan alaycılığını yerden biraz kaldırıp seviyeli devam etti. “ Boş ver sizin semti Ahmet.” Dedi. “Sen şu işi gücü bir hallet gerisi gelir. “ “ Ne yapacağımı bilmiyorum .” dedi Ahmet. “ İş konusu karışık.” Gökhan gözlerini masaya doğru indirdi. “Benim.” Dedi. “Aklımda var bir şeyler.” Ahmet Gökhan’ın işlerinin yolunda olduğunu biliyordu. Babasının şirketini yönetiyor, dilediği kadar para harcayabiliyordu. Onun Ahmet’e nasıl bir fikirle geldiği önemliydi. Ahmet olduğu durumdan toparlandı. Daha ciddileşen bir ifadeye büründü. İş konusu onun hassas olduğu bir durumdu. Gökhan’a içten içe anlık bir minnet duyup onun söyleyeceklerine dikkat kesildi. “ Ne?” Dedi. “Aklında ne var? Benim yapabileceğim bir iş mi var?” “Evet.” Dedi. Gökhan. Aslında yapsan yapsan sen yaparsın. Efendi, dürüst bir insansın. Adam satmazsın. Ahmet gururlanarak sordu. “Eyvallah da iş ne?” “Onu öğrenirsin.” Dedi Gökhan. “O kolay. Bana senin gibi sır saklayan ve gözü kara birisi lazım.” Ahmet konuşma ilerledikçe bilmece çözme ciddiyetiyle kaşlarını çattı. Gökhan devam etti. “Aslında bunu bir görev olarak bil Ahmet. Bunu herkesin yapması gerek. En önce benim yapmam gerek ama ben yapamam. Ben yaparsam işlerim karışacak. Askerlik süreci binlerce lira zarar ettim zaten. Ama bu işi sen yaparsan, ben işlerin başında dururum sana da en iyi şekilde destek çıkarım. Yani yüklü bir nakit de ödeyeceğim tabi.” Ahmet’in zihni iyice bulandı. Onun sarhoş olup saçmaladığı ihtimalini bile düşünerek ciddileşti. “ Hiçbir şey anlamadım Gökhan.” Dedi. “İki bira içmiştim tekrar ayıldım. Ne işi bu ben yapabilir miyim? Hem bu kadar karlı bir iş için sadece dürüst olmak yetiyor mu? Gökhan Ahmet’in inanılmaz iyi niyeti karşısında şaşırırken, oradan çıkaracağı sonuç için sabırsızlanıyordu. Lafı uzatarak bilmeceye çevirdiğinin farkına vardı. “Bak Ahmet.” Dedi. Sana söylediğim iş öyle bir şey alıp satma ticaret işi değil.” Bir an duraksadı toparlayamayacak gibi oldu. Sonra yeni bir kelime icat etmiş gibi atıldı. “Bir tür kahramanlık gibi düşün. İşlerime salça olan birisi var. İşte sahte kabadayılardan itin teki. Birkaç yıldır da başımıza çöreklendi. İyilikle güzellikle çözmek için çok uğraştık. Para verdik olmadı. Ben askere gidince de iyice tebelleş olmuş bizimkilere. Hisse bile istemeye kalkmış. İçip içip sarıyor işte. Her dediğini de yaptırmaya çalşıyor pezevenk. Polisle adaletle de çözemiyoruz. Zaten içerde yatmış belalının teki. Vurmakla öldürmekle tehdit ediyor. O vursa kaybedecek bir şeyi yok tabi. Ama ben vuramam. Benim vurup üç beş yıl içerde yatmam şirketin batması anlamına gelir. Babam zaten iyice güç kaybetmiş. Tam toparlıyoruz derken yapamam. Ama Ahmet bunu sen yaparsan.” Bir an duraksayıp Ahmet’in tepkisini ölçer gibi ona baktı. İfadesizliğine aldırmayıp devam etti. “ Bunu sen yaparsan, ikimizde rahat ederiz. Adam belalı ama korkak. Silahı görünce hemen silahına davranır ki sen ona fırsat vermezsin tabi. Avukatların hazır. Nefsi müdaafa derdirtiriz fazla ceza almazsın. Senin sicilin de tertemiz zaten. Gökhan Ahmet’in kararan yüzüne bakarak konuşmayı şiddetlendirip ikna etme şansını deniyordu. “ Böyle adamların ölmesi gerek. Bunu devlet de biliyor adalette. Seni çok yatırmazlar. Ben içerde senin bütün masraflarını karşılarım. Dışarı çıkınca zaten iş güç derdin olmayacak. Yüklü miktar sermayen hazır.” Ahmet trajedinin daha ilk bölümünden sıkılıp salonu terk etmek isteyen izleyici gibi mide bulantısıyla baktı Gökhan’ın yüzüne. Pek çok durumda soğukkanlı olan bilinci olay karşısında karmaşıklaştı ve içerledi. Elleri hızlıca ceplerini yokladı. Tam bu anda Gökhan sigarasını uzattı. “Yak Ahmet.” Dedi. “Hemen cevap verme. Sana zaman tanıyacağım. Olur da yapamazsan bu olay aramızda kalır ve bir daha görüşmeyiz. Ama yapabilrsen ki buna ikimizin de ihtiyacı var. Benim şirketim ve çevrem için mükemmel olur ve sana ömür boyu minnettar kalırız.”

                                                                        4
Gece sarhoş bindiği taksinin camından bakarken sapsarı ışıklar önce flulaşıyor sonra dümdüz bir bulanıklığa akıp gidiyordu. Gözünü açtığında yer yer travestilerin kalçalarından kaldırıma doğru bakışları kaçıyor, çöp konteynırlarından elektrik direklerine doğru hızlanan ve sonra yemyeşil ve sonra bembeyaz resimler görüyordu. Onun için zaman eskisi gibi akmayacaktı artık. O bu zamanın durmasını, bu rengarenk akışın dinmesini istiyordu. Etrafındaki her şey aksine daha da hızlanıyor, ve binlerce kilometre de dağılıp parçalanıyordu. Bu çılgın hız ve karmaşanın içinde tek bir noktada durup olanlara yön verememenin acısını yaşıyordu. Hep kursağında kalan isteklerinin peşinde koşmayıp erteleyişlerinin sevemeyip sarılamayışların acısıydı bu. Hep zaten olmayacak diye ertlediği tutkuları geliyordu g özünün önüne. O küçük horoz dövüşlerinden kaçarken, hayat şimdi onu büyük bir kavgaya zorluyordu. Bu sefer ringe çıktığında dönüşü yoktu. Zihnine hakaret ederek kimseye anlatamayacağı bir sınava içerleyerek katılmak zorundaydı. Ve kazanmaktan başka seçeneği de yoktu. Sokağa çıktığında bom boş bakıyordu. Annesinin yemeklerinin ve eniştesinin şakalarının tadını alamıyordu. Konuşma isteği gitmiş, konuştuğunda laf oraya gelecekmiş gibi tiksinti hissetmişti. Sanki sakladığı bu büyük sırrı herkes bilecekmiş, her konuşmada ağzından kaçıracakmış gibi her diyalogdan ve kalabalık ortamlardan kaçıyordu. Suçluluk duygusuyla daha böyle bir işe girmeden yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ona bakışların değiştiğini hissediyor suçluluk duygusu içine doğru bastırınca bu kötü bir kabus olmalı diye her şeyi unutmanın çarelerini arıyordu. Bir süre sonra da ben bunu asla yapamam diye kararını verdi vicdanını rahatlattı. Artık içi rahattı korkmuyordu. Gün içinde hiçbir şey düşünmedi fakat Akşam evine ulaştığında işsizliği olduğu yerdeydi. Yaptığı iş görüşmelerinden dönen olmamıştı. Ertesi gün yeni bir ilan bulup görüşmeye gitmeliyim diye düşündü. Akrabalarının ve semt çevresin ona önerdiği aşağılayıcı ve ağır iş teklifleri zoruna gidiyordu. Kapıcılık ya da kazan dairesi işleri yapmak istemiyordu. Tekstil işi zaten merdiven altına düşmüştü. Çalışana iş mi yok, eşek olana semer vuran çok bulunur gibi halk arasındaki ata sözleri ve deyimlerle kendine telkinlerde bulundu. Eniştesinin çalıştığı çay fabrikasına eleman arandığını duydu. En son çare eniştesin olduğu bir çatı altında çalışmaktı. Eniştesi oniki saat çalışıyor eve gelince un çuvalı gibi yığılıyordu. “Başkaları bu işe iki saat dayanamaz ama ben çalışmak zorundayım.” Diyordu. Aldığı parayla da kıt kanaat geçiniyorlardı. Onun neyse ki güçlü bir karısı vardı ve kadın eniştesinin halinden anlıyor ona her koşulda destek oluyordu. Yıllarca zaten beraberce sırt sırta çalışmışlar ablası bir süre sonra ağır işi kaldıramamıştı. Lakin Ahmet’in hayatta böyle bir şansı olabilir miydi? Sevdiği kadın onun işçi olmasına rağmen onunla kaçıp, beraber çalışıp bir yuva kurmak için uğraşır mıydı?. Peki, bu işlere katlanmak ya da sürekli işsiz kalmak yerine birini öldürüp iş kuracak kadar sermayeyi toplamak Ahmet’in hayatı için daha mı mantıklıydı? Eniştesiyle konuşmak isterdi her şeyi. Ama her şeyi anlatamazdı ona. Çay içerken yanına yaklaştı. Eniştesi yarı baygın televizyondaki programa kilitlenmişti. “Enişte.” Dedi. “Şimdi elli bin liramız olsa.” “Eee.” Dedi eniştesi. “İş kurabilir miyiz o parayla?” Eniştesi biraz ayılarak döndü Ahmet’e. Gözlerini şaşı gibi sola yatırarak düşündü. “Iıı” Dedi. “Elli bin değil de, yüz bin tl miz olsa dönerci açabiliriz. Kolay değil her şeyi sıfırdan yapmak lazım.Bizim fabrikanın aşağı sokağına bir tezgah kurarız. Böyle yirmi otuz masalık bir yer. İşte fash food tarzı. Dönerdir hamburgerdir. Bizim fabrikanın yemeklerinden bıkmadı mı millet. Ekmek arası dayarız hepsine. Bir de evlere servis yaparız. Yaparız daaa ee para nerde oğlum. “ Ahmet eniştesi konuşurken her şeyi planladı kafasında. Konu tam da oraya geldi. Nerede yüz bin tl. Nerede Ahmet Nerede eniştesi. “Şey.” Dedi Ahmet. “Hani olsa dedim ben.” Şimdi yok tabi ama.” Bir suçu düşünürken yakalanmıştı. O an suçu işlemiş kadar panikledi. “ Olsa diye düşündüm dedi, olsa da işletsek kurtulsak şu amelelikten.” Eniştesi onun garip haline aldıramayacak kadar bitkindi. Tekrar televizyona gömüldü. Uyuşturucu pahalı gelince kendini televizyona vermiş bir eroinman gibiydi. Gözlerini kapanana kadar televizyondan ayrılmadı.

5

Ahmet o günlerde, bütün günah duygularından içerek sıyrılıyordu. Başka çaresin olmadığını düşününce içmeye başlıyor, içince de her şeyi kabullenebiliyordu. Eniştesinin kafeterya fikri zihnine iyice yerleşti. Kaferya açıyorlar, enişte, abla kardeş çalışyorlardı. Duvarların rengini, masların şeklini düşünüyordu. En çok da insanların onlara bakışını düşündü. Değişen bakışları, yapmacık saygı sevgi havalarını. Kimsenin beğenmediği henüz işçi bile olamamış Ahmet patron olacaktı. Bu kafeterya için yüz bin gerekiyorsa bu parayı Gökhan’dan alabilrdi. Gökhan’ın önerdi ği işi yapıcaktı. Parayı ablası ve eniştesine bırakıcak, onlar mekanı açıp çalıştırıcaklardı. Artık içerde vicdanı rahat yatıcaktı. Çıktığında hayatını kurmak için evlenmek için zamanı ve fırsatı olacaktı. Bunların gerçekleşmesi için böyle bir pisliğe bulaşılabilr diye düşünüyordu. Öldürceği adamı bir barda içerken görmüştü. Adı ulaş, uzun boylu sakallı biriydi. Gökhan Ahmet’in istediği paraya çoktan ikna olmuştu. Yüz bin lirayı eniştesine teslim edecekti. Ahmet artık kurbanını tanıyordu.Basit bir canlıydı. Gölgesi gibi peşinde dolaşıp en savunmasız olduğu anda çökecekti tepesine. Hem öyle belalı ve kötü yürekli birini öldürmek zor olmayacaktı. Ahmet’ten kim şüphelenebilirdiki. “Kim bilir hangi hasımı öldürmüştür.” Derlerdi. Silahını beline takmıştı. Cinayet sıradan bir iş gibi değil, ince bir haz hissettiriyordu. O bir inanma şekliydi. Bir şeyleri değiştirmek için ödenmesi gereken bir bedel gibi. Saatine bakıp Sedef’le buluşma saatlerinin geldiğini gördü. Evden çıkıp sinemanın önüne doğru yürüdü. Sedef’i günler sonra film izlemeye ikna edebilmişti. Sinema hem gözlerden uzak, hem de kolayca yakınlaşabilecekleri tek yerdi. Sedef buluşma saati konusunda epey naz yapsa da, öğleden sonra için buluşmayı kabul etmişti. Ahmet bilet aldığı filmin konusuna bile bakmadı. Sinemanın önünde buluşup salona girdiler. Film başlar başlamaz da Ahmet gözlerini sedefin gözlerine dikti. Uzun süredir uzaktan bakışmalar ilk defa bu kadar yakınlaşmıştı. O an her şeyden uzaklaşıp sedef’in gözlerine yansıyan ışıkları izlemeye başladı. Film makinasından perdeye yansıyan ışık, son olarak sedef’in gözlerinde parlayıp kayboluyordu. Zaman zaman şiddetlenen ışık gözlerinin kısılmasına neden oluyordu. Uzun dakikalar böyle geçti. Sedef, Ahmet’in artık filmi izlemesi gerektiğini düşünüp Ahmet’in kafasını beyaz perdeye çevirdi. Sessizce kulağına mırıldandı. “Biraz da filmi izle istersen.” Dedi. Ahmet Sedef’in dikkatini çeken filme içten içe kızdı. Ahmet çaresiz filmi izlemeye başladığında filmin en sürükleyici sahnesi oynuyordu. Film karakteri cinayet işleyip kaçmaya başlamıştı. O kaçarken de peşine bir çok polis ve başka adamlar takılmıştı. Adam korkuyla saklanacak ve kendini koruyacak bir yer arıyordu. Ahmet bu dakika da filme kilitlendi. Elini usulca belindeki silaha götürdü. O inceden bir güven veriyordu ama gerilmesini engellemiyordu. Adam kendin korumak isterken, öldürüyor öldürdükçe de peşindekiler çoğalıyordu. Ahmet için o an bütün heyecanlar kayboldu. Vücudu kaskatı kesildi ve filmin sonuna kadar olduğu yerde öylece kaldı. Film bittiğinde sedef Ahmet’in garipliğini heyecanına verdi. Masumiyetini anlayıp yanağına bir öpücük kondurarak vedalaştı. Ahmet yanağına aldığı bu ıslaklığı avcuyla okşadı. Beklemediği hamle karşısında nutku durdu. Kafasındaki cesaret ve kahramanlık hikayeleri silindi. Yalnızca eliyle bile hissedebildiği o ıslaklığı düşündü. Sedef’in onunla geçirdiği zamanın uzamasını, hatta bütün zamanlarını beraber yaşasınlar isterdi. Onun göğüslerini kat kat sardığını fakat dizginleyemediğini fark etmişti. Arsızdılar, dokunulası, hissedilesi bir şey taşıyorlardı. Ahmet her şeye rağmen ödüllendirildiği için mutlu olmuştu. Fakat bir yandan telaşlıydı. Uzaktan uzağa bakışmaların, sessiz diyalogların yerini; daha canlı daha sıcak bir şey almıştı. Yüreğini saran bu sıcaklığı eskisinden daha fazla umursuyordu. Yalnız başına yürümeye başladı. Kararırken serinleyen hava kulaklarına ve ensesine dokunuyordu. Araba sesleri sokak lambaları yüksek binalar birbirine karışıyordu. Attığı her adımda o an hiç hissetmediği kadar hayata bağlanıyordu. Her şeye rağmen yaşamanın bu capcanlı atmosferi ve yanağına aldığı rujlu ıslak dokunuş onu, dipdiri ve doğru yaşamaya ikna ediyordu.

                                                                         6
Zaman akıp gidiyordu. Ahmet zamanın bir yerde durmasını istiyordu. Her şeyin felakete sürükleneceği korkusu kaplamıştı içini. Eniştesiyle bitmek bilmeyen sohbetler ediyor, onu işe uykusuz gönderiyordu. Sedefle sinemaya dördüncü kez gitmişler filmi bırakıp dakikalarca öpüşmüşlerdi. Aşkın bu denli yükseldiği bir an ciddi olan hiçbir şeyi düşünmek ya da yapmak istemiyordu. Bunaldığı zamanlar Veli’yi buluyor, sadece onunla dertleşebiliyordu. Veli onun karmaşıklaşan düşüncelerini çözemese de. “Olur be gardaş bu da gelir bu da geçer.” Gibi sözlerle onun rahatlamasını sağlayabiliyordu. Veli Ahmet’in silah taşımasını garipsemişti. Bütün ısrarlarına rağmen belindeki silahın nerden geldiğini ağzından alamadı. Yine bütün iyi niyetiyle “Her şey olacağına varsın Ahmet.” Dedi. Kaderin önüne geçilmez vardır mutlaka bize de yazılan bir şeyler. Ahmet sakin fakat her zamankinden daha da düşünceliydi. “Veli.” Dedi. “Bu akşam semtte takılmayalım istersen bi yerde gidip bir şeyler içelim.” Veli, günlerdir bu teklifi bekliyormuşcasına istekle kabul etti. Velinin arabasına binip gece hayatının yolunu tuttular. İkisi beraber böyle yerlere gitmeye pek alışkın değillerdi. O yüzden ara ara birbirlene bakıp sırıtıyorlardı. Ahmet Veliyle önce kendisi gibi gençlerin takıldığı bir mekana girdi. Birkaç grup dans ediyor, bazıları kendi arasında sohbet ediyor bazılarıysa sessizce içkisini yudumluyordu. Ahmet ve Veli burda bir süre sessizce içip sıkılınca da daha kalabalık ve hareketli bir yere uğradılar. Orda da biraz içip iyice sarhoş olana kadar o bardan bu bara dolaşıp durdular. Birbirlerine tutunarak yürüyorlar, gülüşüyorlardı. Bir tür serserilik dayanışması yaşanıyordu aralarında. Semt delikanlılığı havaları gitmiş sanki usta birer bar serserisi olmuşlardı. Yılların verdiği arkadaşlık ve güvenle defalarca adımladılar istiklal caddesini. Bir ara gözlerine kestirdikleri iki kadının peşine takılıp karanlık bir sokağa girdiler. Dar bir merdivenden yukarı çıkıp salaş bir mekana ulaştılar. Mekan da kadınlı ekekli en fazla on kişi vardı. Şiddeti siz soft bir müzik çalıyordu. İki üç tane genç ellerindeki müzik aletlerini topluyorlardı. Müzik aletleri gitar , bağlama, santur ve birkaç ritim enstrmanıydı. Uzun saçlı ve sakallı gençlerin üzerlerinde de salaş ve sokak müziğine uygun sahne kıyafetleri vardı. İki kadın mekana girip müzisyenlerle konuşmaya başladı. Ahmet ve veli kenarda bir masaya oturup kadınlara doğru bakıyorlardı. Sallanarak yürüyen bu tiplerin mekana girişişi mekandaki herkesin dikkatini çekti. Garson gelip siparişlerini aldı. Kadınlar onlara yakın bir masaya oturunca da göz ve iğneli laflarla kadınları taciz etmeye başladılar. Kadınlar rahatsız olunca garsonlardan birisi müdahale etmek istedi. Ahmet ve Veli garsona karşılık vermeye başladılar. Ulaş birkaç kişilik arkadaş grubuyla mekana giriyordu. Ahmet sarhoş ve sinirli olduğundan uzun süre onu fark etmedi. Ulaş gelip olayı yatıştırmaya çalıştı. “Beyler.” Dedi. “Burası sizin düşündüğünüz gibi bir yer değil. Lütfen içkinizi için, taşkınlık çıkarmayın.” Ahmet kafasını çevirdiğinde Ulaşın yüzüyle karşılaşınca bir an duraksadı. İçip dağıttığı bir gece Ulaş karşısına çıkıvermişti. O an kadar’e bir tarikat lideri gibi sarıldı. İşte kader yollarını birleştiriyordu. Lakin fazla tanımadığı ve içten içe korktuğu adama dönüp sadece “sen karışma. “ Diyebildi. “Ben buranın işletmecisiyim.” Dedi Ulaş. “İsterseniz meseleyi aşağıda çözelim. Ama buna gerek yok efendi gibi çözmek varken. “ Ahmet adamın yumuşak tavrına şaşırarak baktı. “Vaay.” Dedi. Demek gerçek yüzünü göstermeyeceksin bize ha hayret!” Ulaş Ahmet’e yaklaşarak ”Nasılmış benim gerçek yüzüm, ne demek istiyorsun sen.” Dedi. Ahmet cümlelerini bile toparlayamıyor alkolün etkisiyle lafları geveliyordu. Toparlanmaya çalışarak “Sen daha iyi bilirsin bilader.” Dedi. Ulaş adamın tavrını sarhoşluğuna veriyor ve sakin olmaya çalışıyordu. “Tamam.” Dedi. Garsonlara dönüp “Galiba bir yanlış anlaşılma var ve galiba bu arkadaşlar beni tanıyor, siz işinize bakın” Sandalye çekip Veli ve Ahmet’in masasına oturdu. Ulaş aralarında geçen konuşmadan onları tanımaya çalıştı. Aralarındaki tartışma uzun süren bir diyaloğa dönüştü. Ahmet ve Veli zar zor konuşuyordu. Ahmet, karşısındakinin gözlerine bakıp sarhoşluğun rahatlığıyla içinden geçirdiklerini saydırdı. Kader madem bu gün onunla yüzleşmek istiyordu. O da bu kadar kötülük yaparak Ahmet’in karşısına çıkmamalıydı. Ulaş ahmet’in uzatmasına izin vermedi. İkisi de bu tür konuların ayıkken konuşulacağını iyi bilirdi. Anlaştılar. Ulaş, Ahmeti ertesi gece mekanın kapandığı saatte konuşmak için bekleyecekti. Ahmet de ayık gelmeye söz verdi. Ertesi gün buluşmak için vedalaşıp ayrıldılar. Ahmet ve veli semte hiç olmadıkları kadar sarhoş döndü. Kendi çöplüklerinde içtiklerinde başları bu kadar dönmezdi. Onlar, bu şehrin en baş döndürücü ışıklarına çarpılmışlardı. Birbirlerinden tutsalar da bu sarsılma ağırlarına gidiyor nasıl bu kadar sarhoş olduklarına şaşıyorlardı. Ahmet belindeki silahı yokladı son kez. Yüzükoyun uzandığı kanepede sızıp kaldı. Gece uğultuları bir anlığına diplerde kayboldu süratle kesildi. Kaderin gecesi şimdilik sona erdi.

                                                                       7
Yazılışına bakılırsa Ahmet’in hiçbir suçu yoktu. Öyle ustaca yazılmıştı ki kaderi. Her şey önceden planlanmış gibiydi. Adam yaptığı bütün adilikleri soğukkanlılıkla karşılıyor ve katilinin ağzından dinlemek için ona randevu veriyordu. Ahmet’in ayağına kurbanıyla yalnız kalacağı bir gece serilmişti. Her şeyi sessizce halletmesi için fırsat veriliyordu. Uzun bir gece kaç cesaretin ve hesaplaşmanın tanığı olurdu kim bilir. Ahmet yaklaşan hesaplaşmasına doğru usul ve kararsız adımlarla ilerliyordu. İçinde heyecan ya da korku yoktu. Ulaş’ı tanımasaydım daha mı iyi olurdu diye düşündü önce. Fakat kader buluşturmuştu onları. Ve her şey bu kadar hazırlanmışken sorgulamak anlamsızdı. Ahmet ve Ulaş on iki den sonra buluşacaklardı. Gece on iki de mekandan müşteriler gidiyor, mekan kapanıyordu. Ahmet mekana yaklaşırken saat on iki buçuğa geliyordu. Cinayet mahalline yaklaşır gibi değil de bir arkdaşıyla sohbet etmeye gidercesine rahat oluşuna şaşırdı. Fakat bu rahatlığı ona Ulaş sağlamıştı. Ulaş konuşkan ve karşıdakini dinleyen bir tipti. Başkalarının düşüncelerine önem verirdi. Ters birisi olsaydı dünkü olayda Ahmet’in üzerine gidebilirdi Ahmet de sarhoşlukla ne yapacağını bilemezdi. Böyle ciddi bir işi sarhoşken yapmamalıydı. Sarhoşken karşılaşmaları şanssızlık sayılsa da sonrasında Ulaşın, Ahmet’in sözlerini kaldıramayıp , ona ikinci bir buluşma şansı vermesine ne demeliydi. Bu ne bir tesadüf ne de bir kurguydu. Bal gibi kader ve kaderin ince ince işlenmiş el yazısıydı. Ahmet bar’ın kapısına geldiğinde sol tarafında acı bir heyecan duydu. Bir tür kumpas olabilir miydi. Aklından hızlıca geçen bu düşünceleri aniden yuttu. Ulaş’ın yüzündeki masum ifade Ahmet’i rahatlatıyordu. İçeri girdiğinde Ulaş tek başına barda oturuyor elindeki defterde bir şeylere bakıyordu. Ulaş ahmet’in geldiğini görünce kapıya doğru geldi. Yüzünde naif gülümseme ifadesi vardı. “Hoş geldin.” Deyip Ahmet’in elini sıktı. Barın kapısını kilitleyip Ahmet’e barı işaret ederek “Buyur. Semt delikanlısı Ahmet dedi.” Ahmet, önceki gece sarhoşken sürekli söylediği. “biz semt delikanlısıyız bizde yanlış olmaz.” Sözünü hatırladı. Ulaşın bu rahatlığı Ahmet’i kaygılandırdı. Bara ağır adımlarla yürüyüp oturdu. Ulaş barın iç kısmına geçip bir şeyleri kapatıp açtı düzeltti. “tekrar hoş geldin Ahmet.” Dedi. “Ne içersin.” Ahmet davetin ve ikramın inceliğine kapılmış, karşısında öldüreceği adam değil de kırk yıllık dostu varmış gibi bar sandalyesinin üzerine yayılmış kollarını da sele serpe barın üzerine kondurmuştu. Ulaş, Ahmet’in cevabını beklemeden bir şişe votka çıkardı. “Ahmet” dedi. “Ben de eski semt delikanlısıyım. Şimdi semte pek uğrayamaz oldum ya neyse. Seninle bu şişeyi bitirebilir miyiz dersin. Ahmet rahatlıkla. “Anasını bile s.” Diyecek oldu fakat düşünceli. “Olur.” Dedi. “içeriz gerçi ben dün de çok içmişim bu gün fazla içemem galiba.” “Hakikaten siz dün çok güzel sarhoştunuz yahu.” Ulaş bu sırada votkaları doldurup Ahmet’in yanına oturdu. İçki şişesi ve meyve suyunu yanında getirdi. Elini bardağa götürünce Ahmet’le göz göze geldiler. Ulaş kadehini kaldırdı. “Sağlığına semt çocuğu Ahmet.” Dedi. Ahmet kadehi kaldırıp bir yudum aldı ve indirdi. Ulaş Ahmet’in ince mahcubiyetine anlam veremiyordu. “E Ahmet.” Dün yakıp yıkıyordun bu gün hiç o semt çocuğu gitti böyle sessiz sakin efendi biri var burada.” “Yok dedi Ahmet, bizim semtte de kimseye zararımız yok. Ben kolay kolay kavgaya da karışmam. Hani dün çok içince kendimizi kaptırdık. Size de biraz kükredik öyle ama biz öyle insanlar değiliz. Veli de ben de semtte içer sıçar semtin dışına çıkınca kuzu kesiliriz, buralara bile gelişimiz binde bir.” Ulaş gülümsedi. “Belli belli.” dedi. Ben anladım zaten. Başkaları olsa bizi bilir, böyle elini kolunu sallaya sallaya olay çıkaramaz. Çıkarır sa da ortalık çok kötü karışırdı. Ama baktım siz iki delikanlı buralarda yenisiniz. Üstelikte sarhoşsunuz. Biz de sizin yaşınızda yapmışızdır böyle şeyler. Uzatmanın anlamı yok diye düşündüm. Ve ben seni buraya şey için çağırdım. Ulaş bir an durdu. “Neyse dedi onu sonra konuşuruz. Bu gece içelim.” Ahmet kafasıyla onayladı ve gülümsedi. “Bir de bir şey sorucam.” Dedi. “ Benim hakkımda ileri geri konuşulduğunu mu duydun? Merak ettim.” Ahmet köşeye sıkışmış hissetti. “Senin kim olduğunu bilmiyorum” dedi. “Dün sarhoşken saçmaladım öyle. Kesin belalıdır diye düşündüm. Mekanda sözün geçiyordu.” Kafasını salladı Ulaş. Bizim kimseye bela olduğumuz yok. Ama bela öyle kolay kolay kurtulduğumuz bir şey değil. Bu mekanı açmak için çok uğraştık. Bin türlü bela da maddi sıkıntı da bizi buldu.” Ulaş boşalan bardakları dolduruyordu. Ahmet göz ucuyla ulaşa ve sonra bardağa baktı. Votka dan gelen ince kokuyu hissetti. Ve vucuduna işleyen etkisiyle irkildi. Hiç ummadığı kadar kolay olucaktı işi. Bir yandan karanlığı kolluyor bir yandan da kendini ve koşullarını zorluyordu. Her şey karşısındaki gür bıyıklı adamın canını almasına bağlıydı. Ve onun için o an bu üç saniyelik bir işti. Kendisine ve içki bardağının içinde kararan bütün hayallerinin tek koşulu buydu. Ellerini bardağa sımsıkı götürüp kurbanının sağlığına içiyordu. Vuslat gecesi olur muydu bu gece? Yoksa karanlığa düşer boylu boyunca boğulur muydu? Onun sessiz düşünceleri içinde çığlığa dönüşerek çağalıyordu.


                                                                           8
İkisi de sarhoş oluyordu. Barda ikisinden başka kimse yoktu. Ve Ahmet bu adamın samimiyetine kaptırmıştı kendini. Onu sorduğu sorularla sıkıştırıp ağzından çevirdiği dümenleri almak istiyordu. Fakat adamın tavırları buna izin vermiyordu. Soru sorup sıkıştırmaktan çok ifade verir gibiydi Ahmet. Zorlandığında konuyu değiştiriyor, Ulaşın onu daha fazla sorgulamasını önlemeye çalışıyordu. “Ben senin daha kötü biri olduğunu düşündüm.” Dedi Ahmet. “Varsa yoksa haraç yiyen, onu bunu işinden eden biri.” Ulaş gülümsedi. “Seni böyle düşündüren sebebi merak ettim.” Dedi. “Ben haraç yiyen birisi olamam aksine haraç alan bir çok mafya bozuntusuyla biz uğraştık. Haraç aldıkları için onları cezalandırdık.” “Siz kimsiniz?” Dedi Ahmet. Ulaş Sempatiyle karşıladı soruyu ve devam etti. “Biz dedi, işte haksızlık ve adaletsizlik karşısında duran bir grup insan.” Ahmet iyice kafası karışarak anlamaya çalıştı.
“Adaleti siz mi sağlıyorsunuz?”
“Gerekiyorsa evet.”
“Yetkiyi kimden alıyorsunuz.”
“Mazlumdan.”
Ulaş bir an tüm ciddiyetiyle baktı Ahmet’in gözlerine. “Yani.” Dedi. “Yani başı sıkışan ya da haksızlığa uğrayan bize gelir derdini anlatır biz de onu çözmeye çalışırız.” “Anladım.” Dedi Ahmet. Ulaş devam etti. “Bu nedenle de çok fazla düşmanımız var. Dedi. Burada tartışma çıkardığınızda sizin de o düşmanlardan birisi olduğunuzu sanmıştım. Ama sonra anladım ki; siz bize düşman olamazsınız.” Ahmet o an adamın her şeyi bildiğini hissetti. Kendi kendine kızdı. Salaklaştın dedi. Kumpasa geldin işte. Seni kandırdı rahatlattı. Biliyordu anlamıştı onu öldüreceğini. Şimdi o sana davranmadan davran bakalım Ahmet. Hadi yap artık şu işi. Bitir adamın işini. Ulaş Ahmet’in yüzüne bakarak “Hayırdır.” Dedi. “Ne oldu garipleştin Ahmet.” “ Yok bir şey.” Dedi Ahmet. “Sadece sizin kötü bir şeyler yaptığınız düşünmüştüm şaşırdım. Ben de ara ara kötü şeyler yapmak istiyorum. Buna ne kadar cesaretim var bilmiyorum ama işte.” “Ne gibi kötü şeyler?” Dedi Ulaş.
“Karanlık işler işte. “
“Sebep.”
“Sebep kimsesizliğimiz.”
“Kimsesiz misin?”
“Anam var ablam eniştem var.”
“Ne güzel daha ne?”
Ahmetin bara dayadığı kolu alkolün etkisiyle kaydı ve boşa düştü. Böyle konuşmaya devam etti. “Ne iş var ne güvenecek bir dalımız. Bekleyecek bir şeyimiz yok. Beklesek de olmayacak zaten. O yüzden doğrulukla nereye kadar? Hem hangi şey kime göre neye göre doğru?” “Hah” dedi Ulaş. “Tam burada dur işte.” “Kime göre ve neye göre kötü öyle mi?” peki sen kimsesiz olduğunu düşünürken kime göre düşünüyorsun. Sana göre mi kimsesizsin. Yoksa başkalarına göre mi. Peki işsiz olman mesela senin suçun mu? Yoksul bir aileden doğmak senin suçun mu? Bütün bunlardan daha fazla mücadele ederek kurtulman gerekmez mi? Yani umutsuzlukla karanlık işlere karışarak neye ulaşmaya çalışıyorsun.” “Küçük şeyler aslında.”Dedi Ahmet. “Başımızı sokacak işletecek küçük bir mekan olsun. Orada çalışıp yaşayıp gidelim.” Ulaş ayakta zor duran Ahmet’e ciddiyetle bakıp onun algılarını zorlarcasına net konuşuyordu. “Bu mekan” dedi. Bu mekanı hiçbir karanlık işe bulaşmadan açtık. Ve buraya seni çağırmamın nedenim sana burada iş teklif etmekti. Seni tanımak istedim. Eğer beklediğim gibi dürüst biriysen benimle çalışır mısın diyecektim. Ama anladım ki karanlık işler çevirmeyi düşünüyormuşsun. Düşünmenin dışında cesaret etmeye de çalışıyormuşsun. Bu üzücü Ahmet. Kaderini böyle bir karanlığa sürüklemene gönlüm razı olmaz. Her ne iş yapacaksan onun karanlığı ömür boyu üzerinden kalkmaz. İyilik ve doğruluk için yaşayanların lanetinden de kurtulamazsın. Ahmet durdu. “Gerekirse ben de iyilik ve doğruluk için savaşırım. Lakin bu savaş kötülerin savaşı. İyi ve doğru yok. Daha çok kötü olma savaşı bu. Sonucunda bir kötünün başka bir kötüyü öldürmesi mesela değil mi? İkisi de kötü ve ikisi de aslında kendi çıkarları için birilerini öldürür. Eksi eksiden bir şey götürmez. “Sen artı ol Ahmet.” Dedi Ulaş. Ne kadar eksi olursa olsun çevrende sen Artı olmaya çalış. Belki de eklenenler olur sana ha?” Ahmet ve ulaş göz göze geldiler. Ahmet aldığı iş teklifini düşünüyordu. Kaçıncı bardak votka içtiğini hatırlamıyordu. Kurbanının yüzüne utanarak bakmaya başladı. Ne olduğunu pek bilmedigi bir his kapladı içini. Minnet duymak istedi fakat minnet duygusu onu öldürme duygusundan vazgeçirecekti. Silahı belinden çekip doğrultsa bile onun beynine yüreğine asla böyle bir şeyi yapmayacağı, yapamayacağı duygusu bastırıyordu. “Ben.” Dedi burada çalışmayı düşünebilirdim ama ben bir günahkarım. Sana karşı kışkırtılmış; çaresizlik ve erdemlilik, iyilik ve kötülük arasında gidip gelen bir günahkar. Silahını çıkarıp barın üzerine bıraktı. “İstersen şimdi çek vur beni.” Dedi. “Çünkü en küçük bir cinnet anında bunu ben yapabilirdim.” Ulaşla göz göze geldiler. Ulaş taş kesilmişti. Konuşmadı. Sadece Ahmet’in gözlerine baktı ve başını eğdi. Ahmet bardan hızla çıktı. Arkasına bakmadan gecenin karanlığında uzaklaşıp kayboldu.
Ertesi gün Gökhan’ı arayıp gece yaşadıklarını anlatmayı düşünürken Gökhan’dan bir mesaj aldı. Her şey bitti Ahmet yazıyordu mesajda. Beni görüp tanıdığını kimse bilmesin. Bu numarayı sil ve bir daha arama. Ahmet omuzlarından aşağı hafifleyen vucudunu kanepeye zar zor bıraktı. Bu an her şeyi bitiren fakat yeni bir erdemi başlatan andı. Şimdi vakit bütün günahkarlar gibi. Günahlarından kurtulma vaktiydi. Kaderinin ona Ulaş gibi bir kurban getirmesine sevindi. Ve artık öldürme duygusu onun için yepyeni bir erdemdi. Yeni hayatı ve kazanımlarının büsbütün başlangıcıydı. ….


25 01 2016-01-25
İstanbul










Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Delilik Benimkisi

Sarıldım aniden geçen saat on iki Esenler otogarı sarıldım ki saçları sen, ben sen sandım ki o bilmem hangisi. Oturunca ikimiz utandı baktı öyle. Ben sen sandım dağıldım. Birden hüzünlendi kalktı ayağa boyu sen, posu sen ben sen sandım ki kim bilir kaçıncısı. Aramadım durdum meyhane miydi neydi köhne bir yer masalarda akşam biri gelir tüner, gider ötekisi durdum. Bir öptüm ki ah sen sandım. Değil mi ki bu düpedüz, delilik benimkisi.

Bisküvi Gazete ve Çay

Akşamüzeri dört katlı eski bir binanın yarı kırık camından güçsüz bir duman sızıyordu. İçeriden de gene güçsüz, uğultuya benzer bir ses duyuluyordu. “Ne zamandır iyi değilim. Bu karanlık yerden başka gidebildiğimiz bir yer yok. Ara sıra cadde de oturup zaman geçiriyorum. Bazen o köhne odadan hiç çıkmadığım oluyor. Nasıl olur bilmiyorum ama çıksam ne olacak ki. Zaten havalar soğuk.” Derin derin içini çekti. “Zaten havalar soğuk.” Bu sırada bu cümleleri uzaktan dinleyen Akif içeriden elinde çaydanlıkla geldi. Bir elinde demlik diğer elinde çaydanlığın altıyla elindekini dökmemeye gayret göstererek çaydanlığı eski masanın üzerine bıraktı. Masanın üzerinde bir gazete sayfası ve bir paket bisküvi vardı. Gözü gazeteye takıldı Akif'in. Bir süre gazeteyi süzdü sonra başını çevirip deminden beri konuşan Cihan'ın konuşmasını dinlemeye devam etti. Cihan anlatıyordu; “Bir de şu borçlardan kurtulayım, bankalar boğazıma kadar geldi. Sekiz senedir bak hesap ettim, sekiz sened

DÜŞ

  Elinde fırçasıyla, koca dünyayı boyamaya niyetleniyordu. Otuzuna merdiven dayamış, çoğu kez yalnız, kafasını paleti gibi rengarenk doldurmuş bir kadındı. Düşlerinde ışıklar içinde,  bir takım renkler görüp uyanıyordu. Her seferinde düşünden uyanıp, kalkıp tam tuale o rengi çizeceğinde; yitiyordu her şey. Unutuyordu o muhteşem hüzmeleri. Her şey itici bir sadeliğe dönüşüyordu. Ne oluyordu da gerçeğe bu kadar yakındı hayattaki renkler. Düşlerinde öyle değildiler ya.    Ya hiç olmayan bir rengi görüyordu. Yahut akılda tutlmayacak kadar güzel bir renkti. Düşlerine giriyor, kıvılcımlı bir takım yansımalarla bir ormana ya da bir sokak lambasından perdeye düşüveriyordu. Paletteki bütün renklere baktı. Bir orman çizdi kimi zaman tuale. Kimi zaman pencereye yansıyan bir sokak lambası çizdi. Fakat hayallerindeki renk kadar güzel, o renk kadar ışıltılı hiç bir şey çizemedi.    Bir süre dolaşmak istedi. Artık resim çizemiyordu. Bunun için şehir değiştirdi. Birkaç ülke gezdi. Onun