Ana içeriğe atla

KEMİK


     Rüzgarlı bir gündü. Toz toprak, ağaçların dalları yaprakları havada uçuşuyordu. Bahçedeki öteyi beriyi içieriye aldık. Ardından yağmur gelecek diye beklemeye koyulduk. Geldi yağmur.


 Gökyüzü çatır çatır dökülüyordu sanki tepemize. Birkaç büyük gürleme daha duyduk. Ve ardından yağmur daha da hızlandı.  Damlaların sesiyle, bilgisayarın başından kalkıp cama koştum. Camı açınca toprak kokusu geliyordu. İçerden bağırdılar camı kapattım. Niye tahammülleri yoktu yağmur kokusuna, sesine. Televizyonu duyamadıkları için olabilir. Her neyse. Biraz ürperdim ben de zaten camı açınca üşüdüm.

Triplere girmeden camın kenarında izledim yağmuru. Cam açtırmadılar diye huzurumu bozamam. Kurt kuş ne yapar bu yağmurda. Biraz ortalık sesizleşince dışarı çıktım. Kurt kuş kurulanıyordu. Karşı ceviz ağacına konmuş serçe, önce silkeleniyor sonra gagasıyla üzerinden bir şeyleri atıyordu. Sanki duştan çıkmış... Havlu da istemez. Gerçi ağaçlar, kuşlar, toprak... Hepsi duştan çıkmış gibiydi. Bir tek bizim ahali içeri kaçtı. Şimdi hint dizisindeki yapay yağmuru izleyip hüzünleniyorlar.

Aslında onlar da pek çok yağmur görmüşler. Pek çok kez ıslanmışlar. Babam işlere koştururken, annem bahçeyi düzenlerken ıslanmış. Kardeşim oyun oynarken çamurla, yağmur çamur iliklerine kadar işlemiş. Fakat onlar içeride oturmayı seviyorlar artık, bir doğa olayı karşısında heyecanlanmıyorlar. Hatta konsantrasyonlarınnı bozduğu iiçin kızıyorlar bu mükemmel doğa olayına. Paki onlar kızadursun. Camı kapatadursun. Sanki izledikleri de matah bir şey olsa. Pek bilinmez ama o günden sonra ben daha dikkatle izledim her şeyi. Yağmurdan sonra güneş çıkınca sevince boğulan bozkırı mesela. Cayırlarını çimenlerini göğsünü gere gere serpilişini. Kelebeklerini bozkırın. Arılarını, peygamber böceklerini çekirgelerini ve aç köpeklerini. Ve bu köpeklerin boğazlarından birkaç lokma geçmeden öylece günlerce ordan oraya seğertişlerini. Sahi ne yer ne içer bu itler. Çoban köpeklerinden arda kalan kemikleri yerler bazen. Fakat bazen de çoban köpekleri bile kemiklerini paylaşmaz bunlarla. O zaman karabaş kendini bozkıra vurur. Bir yerleri koklar. Eşeler bir yerleri. Sonra bir bakmışsın toprağın altından bulmuş çıkarmış yiyeceğini. Bunu ilk başta gördüğünde şaşırmıştım ama sonra anladım ki zaten onu karabaş gömüyormuş oraya. Bunu anlamak görmek, fikrin ve düşüncenin sadece insanalara ait olmadığını keşfetmek çok etkilemişti beni.

Doğa öğretendir. Doğa onunla baş başa kaldığında seni okutan seni düşündürendir. Onunla mücadele ederken öğrenirsin aslında. Her üşüdüğünde biraz daha üşümemeyi, her aç kaldığında biraz daha aç kalmamayı keşferdersin. Ve doğanın bunca şeyi ona saygı ve sabır gösterdiğinde seninle bedava paylaştığını düşününce ürperirsin. Sen de onun bu adil düzenine kaptırırsın kendini. Bir dağ başında ya da bir bozkırda bulursun kendini.

Karabaşın sakladığı kemiğin hikayesiyle ben de artık daha fazla çıkıyorum bozkıra. Köstebek deliklerine daha dikkatli bakıyorum. Su biriken göletlere, kurbağa balıklarına, solucanlara. Daha dikkatli izliyorum yağmuru. Kar kalkarken altından fışkıran yeşil filizleri dinliyorum. Ve açan kayısı çiçeğini, yeşil eriği, salkım üzümü ve dutu dinliyorum. Dinledikçe pencerelerine sarılan insanlığın, şemsiyelerine sığınan insanlığın ne kadar fakir olduğunu anlıyorum. Toprak anaya kemik eken karabaşın da ne denli zengin olduğunu....

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

DÜŞ

  Elinde fırçasıyla, koca dünyayı boyamaya niyetleniyordu. Otuzuna merdiven dayamış, çoğu kez yalnız, kafasını paleti gibi rengarenk doldurmuş bir kadındı. Düşlerinde ışıklar içinde,  bir takım renkler görüp uyanıyordu. Her seferinde düşünden uyanıp, kalkıp tam tuale o rengi çizeceğinde; yitiyordu her şey. Unutuyordu o muhteşem hüzmeleri. Her şey itici bir sadeliğe dönüşüyordu. Ne oluyordu da gerçeğe bu kadar yakındı hayattaki renkler. Düşlerinde öyle değildiler ya.    Ya hiç olmayan bir rengi görüyordu. Yahut akılda tutlmayacak kadar güzel bir renkti. Düşlerine giriyor, kıvılcımlı bir takım yansımalarla bir ormana ya da bir sokak lambasından perdeye düşüveriyordu. Paletteki bütün renklere baktı. Bir orman çizdi kimi zaman tuale. Kimi zaman pencereye yansıyan bir sokak lambası çizdi. Fakat hayallerindeki renk kadar güzel, o renk kadar ışıltılı hiç bir şey çizemedi.    Bir süre dolaşmak istedi. Artık resim çizemiyordu. Bunun için şehir değiştirdi. Birkaç ülke gezdi. Onun

Bisküvi Gazete ve Çay

Akşamüzeri dört katlı eski bir binanın yarı kırık camından güçsüz bir duman sızıyordu. İçeriden de gene güçsüz, uğultuya benzer bir ses duyuluyordu. “Ne zamandır iyi değilim. Bu karanlık yerden başka gidebildiğimiz bir yer yok. Ara sıra cadde de oturup zaman geçiriyorum. Bazen o köhne odadan hiç çıkmadığım oluyor. Nasıl olur bilmiyorum ama çıksam ne olacak ki. Zaten havalar soğuk.” Derin derin içini çekti. “Zaten havalar soğuk.” Bu sırada bu cümleleri uzaktan dinleyen Akif içeriden elinde çaydanlıkla geldi. Bir elinde demlik diğer elinde çaydanlığın altıyla elindekini dökmemeye gayret göstererek çaydanlığı eski masanın üzerine bıraktı. Masanın üzerinde bir gazete sayfası ve bir paket bisküvi vardı. Gözü gazeteye takıldı Akif'in. Bir süre gazeteyi süzdü sonra başını çevirip deminden beri konuşan Cihan'ın konuşmasını dinlemeye devam etti. Cihan anlatıyordu; “Bir de şu borçlardan kurtulayım, bankalar boğazıma kadar geldi. Sekiz senedir bak hesap ettim, sekiz sened

Delilik Benimkisi

Sarıldım aniden geçen saat on iki Esenler otogarı sarıldım ki saçları sen, ben sen sandım ki o bilmem hangisi. Oturunca ikimiz utandı baktı öyle. Ben sen sandım dağıldım. Birden hüzünlendi kalktı ayağa boyu sen, posu sen ben sen sandım ki kim bilir kaçıncısı. Aramadım durdum meyhane miydi neydi köhne bir yer masalarda akşam biri gelir tüner, gider ötekisi durdum. Bir öptüm ki ah sen sandım. Değil mi ki bu düpedüz, delilik benimkisi.